15 Ağustos 2012 Çarşamba

Okul Sevgisi


Okula başlayış ve okulda geçirilen ilk ayların, bazen çok girgin kalabalığa alışık çocuklarda bile bir çekingenlik yarattığı bilinen olaylardandır.
Bu çekingenlik çocuğun kendini yalnız hissetmesine ve bunun neticesi olarak da okuldan sıkılmasına sebep olur. Eğer bu durum uzun müddet devam eder çocuk okula alışamazsa o zaman üzerinde durup sebeplerini aramak lazımdır.
Anne, kendi işini yapabilmek veya dinlenmek için onun okula gidişini bir fırsat olarak kabul eder, bunu da kendisine hissettirirse, hele kendisinden daha küçük, evde kalan bir kardeşi de varsa bu davranışı içinde bir kıskançlık yaratacağından okula gitmeyi istemez ayrıca evden ayırdığı için de sevmez.
Diğer yandan evdeki oyuncaklarına ve şahsi eşyalarına kalan kardeşinin onlara dokunmayacağından, onlara zarar vermeyeceğinden de emin olmalıdır. Ancak o zaman düşünmeden kendini derslerine verip takip edebilir.
Çocuğa ayrılık güç geliyorsa, bu ara sıra, onu kendisinin sevdiği, tanıdığı bir akraba veya arkadaşına bırakıp, anneden ayrı 3–4 saat geçirtilerek kısa ayrılıklara alıştırılması okula alıştırılması bakımından önemli bir yer tutar.
Bu iyi bir aşamadır.
Çocuk sıkça ağlayarak okula gitmek istemediği zamanlar anne anlayışlı davranıp evladına ne şiddet ne de müsamaha göstermelidir. Bu halin çocukta yerleşmemesi için en iyi çare onunla hasbıhal ederek oyalayıp okula götürmektir.
Tabi bu dediğim şeyde bilimle olur. Çünkü küçüğün bilinçaltının temizlemesi başka türlü gerçekleşmez.
Okulda öğretmeni ile de konuşup mevcut sıkıntılar geçinceye değin kendisine yardımcı olması rica edilirse o da bu isteksizlikten kısa zamanda kurtulup, okulunu, arkadaşlarını ve öğretmenlerini sever.
Evlatlarımızın istikballeri ilkokul sıralarında şekillenmeye başlıyor. Veli öğretmen ilişkisini sağlıklı bir şekilde tesis edip yavrumuzun bu zor günlerinde ondan ilgi ve sevgimizi asla esirgememeliyiz diyorum.

Bal


Miraçta Efendimize şarap, bal ve süt sunulmuş, O beyin gücünü kullanarak sütü tercih etmiştir.
Efendimiz "Cennetin dört nehri olan bal, süt, su, şarap Firdevs'ten akar ve o Firdevs'in üstünde arş-ı âlâ vardır", demiştir.
Bal’ın bu yönünün yorumlarını ehline bırakıyorum.
Diğer yandan, Efendimiz:
"Her ay üç sabah bal yalayan kimseye büyük bir bela (hastalık) gelmez."
"Size şu iki şifayı tavsiye ederim: "Bal ve Kur'an."
"Sinameki ve sennut (yani tereyagi tulumuna konulan bal) yemenizi tavsiye ederim. Çünkü bu iki şeyde sam'dan (ölüm) başka her hastalığa karşı şifa vardır." Şeklinde bu besinle ilgili pozitif uyarılarda bulunuyor.
Bugün bilimsel olarak, bal doğal antibiyotik kabul edilir. Örneğin, Yeni Zellanda’nın manuka balı enfeksiyonlu cilt hastalıklarının tedavisinde ve ilaç yapımında kullanılır. Balın, bakteri ve mantarların gelişmesini durduran antioksidan ve antibakteriyel sübstanslar içerdiği de ispat edilmiştir.
Balın antimikrobik özellikleri, ağız ülseri ve periodontal hastalıkların tedavisinde etkilidir.
Her bal türünün kimyası farklılık gösterir. Balın az bir miktarı bile birçok vitamin, mineral, aminoasit ve antioksidan çeşitleri içermektedir.Bal tüketimiyle bağışıklık sistemini güçlenir ve vücudun direnci artar. Bu yüzden, hasta olmadan da bal tüketimi önemlidir.
Mideye çok kolay uyum sağlayan bir besindir. Hayatın zorluklarına karşın insana güç kuvvet verir. Güçlü olan insan da öfkesini yenmesini bilir. Onun için ben de az miktarda da olsa bal yemeğe gayret ediyorum. Çünkü şeker hastalığım var. Ancak şifa olduğunu bildiğim için bunu yapıyorum.
Balı sahtesinden ayırmak için karbon izotop yöntemi ile analiz edilmelidir.
Bugün bilimsel olarak ispat edilen noktalara Efendimiz tarafından dikkât çekilmiş olması da konuya ayrı bir ilgi uyandırmaktadır.
Bal gibi tatlı günler dileğiyle bu yazımı noktalıyorum. Hoşçakalın.

Yenilenmeye Açık Olmak İçin


Geriye dönük olan insanlara uyarıda bulunmak, onların da değişmesini dilemek, bilimle uğraşmasını dillendirmek, hatta biraz da zorlamak mantıken uygun mu sizce?
Sizi sıkmak istemem sözümüz, bunu başaramıyacak olanlara deği, Allah Ehli olmaya çalışan, tutuculuk ve hurafe anlayışıyla ile uzak/yakın ilgisi bulunmayan, yenilenme çabası içindeki bireyleredir.
Bu harika düzende yapılacak ilk iş; toplumu tedirgin eden, kimi zaman düşündüren, kimi zaman da can sıkan, öfke, kin, nefret gibi duygulardan kurtulmak ve bunun yanı sıra bilinçli bir düşünce yapısına sahip olmaktır.
Sağlam düşünmenin birinci koşulu, prosesi bulandıran pürüzlerin giderilmesi ve takıntılardan süratle uzaklaşılmasıdır. Bahsi geçen koşulların giderilmesiyle birlikte artık yapılacak iş, nifak tohumları ekmeyi bırakmak, dedikodu denilen ucubelikten sıyrılmaktır.
İkinci ve önemli koşul ise yaşam boyu bireyi zor durumda bırakan ‘kuşku’ illetinden vazgeçilmesidir. Ancak, bu işin üstesinden gelebilmek kontrollü ve salim bir kafayla düşünmekle gerçekleşir.
Çevreye duyarlı davranışlarıyla adından söz ettirenin, kirlilikten kurtulmak isteyenin buna hakkı var. Bu türler esasen bu mesajı veriyor. Anlayanda oluyor tabi.
Zira bu zaaf, basit ve üstünkörü bir denetleme/değerlendirme ile kapatılacak gibi değil. Bireyin, gerektiği anlarda bu duyguyla ilgili olarak kendiyle önemli bir muhasebeye girmesi, onunla savaşması şart gibi görünüyor.
Kuşku, yerini ‘teslimiyetçiliğe’ bırakmadıkça kişi bir adım bile ileriye gidemez.
İnsanoğlunun bu son derece büyük yanlışlardan/pürüzlerden bir an önce dönmesi gerekiyor.
Bu şekilde seçkin bir kitleye ivme kazandırılması söz konusu olabiliyor. Fakat kalite belli olduğu için, yapılacak iş bir hayli zor gibi görünüyor.
Kendisinde bir yığın çıkmazlar bulunurken ve bu sorunlar kapıda beklerken yenilenme aşamasına girmek kolay olmaz.
Şayet mutlaka yapılması gereken değişiklikler varsa, önce onların üzerinde durmak yenilenmeye dönük akılcı bir yaklaşım olmaz mı, ne dersiniz?

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Küresel Isınma


Önceleri kimse fazla ciddiye almıyordu, küresel ısınmanın somut belirtileri kendini hissettirinceye kadar. Artık en duyarsız-lakayt olanlar bile bu ısınmanın insanlığın en büyük tehlikelerinden biri olduğunun farkında.
Çünkü somut örneklerini görüyorlar.
Neredeyse kış bitti. Bu sene iyi kar yağdı, yaza girdik doğu kentlerimizde hala kar görülüyor. Sel felaketleri ve bu yönde oluşan can kaybı haddini aşmış durumda.
Görüyoruz tanık oluyoruz.
Kimi zaman dünya kuru bir soğukla yaşıyor. Bu havayı enteresan bir şekilde Londra’da da yakaladım. Bu kış kaldığım süre içinde bırakın karı, yağmurun damlası dahi düşmedi koskoca kente desem yeridir.
O beş dakikada bir gelen mutad yağmurdan eser bile kalmamıştı sanki.
Uzmanların hazırladığı rapora göre; sera etkisi yaratan karbondioksit gazları salımında, endüstriler kadar olmasa da bireylerin payı da bulunuyor.
Örneğin, 2002 yılında 159 milyon ton olan özel amaçlı enerji tüketimi, daha sonraki yıllarda ciddi şekilde artış göstermiş.
Buna göre, ilerleyen sürelerde daha da gelişen küresel ısınmanın etkileri tüm dünyayı içine alacak ve bu durum insanoğluna açlık, su kıtlığı olarak yansıyacak. Bu bir gerçek.
Çünkü bilim bunu haber veriyor.
Şimdi bizim üzerimize düşen görev, yapmamız gereken şey, işin ciddiyetinin farkına varıp tüketim alışkanlıklarımızda aşırılığa gitmemek olmalı. Örneğin Fransa’da halk, çantalarında taşıdıkları bez poşetlerle marketlerde alışveriş yapıyor.
Dizi ve haber sonraları hemen devreye giren ve yayımlanan reklamlardan bilinçaltıma işlemiş biri var. Belki sizde anımsarsınız. Şöyle ki “odanın içine su basıyordu. Evin sahibi ise bize bir şey olmaz” diye konuşmasına devam ediyordu. Su boğazına kadar gelmişti. Bu reklamı küresel ısınmadaki durumumuza benzetirim hep.
Anlayacağınız, söz konusu olgu artık kapımıza kadar geldi diyebilirim..
Lütfen dikkat!

Zenginin Malı


- Safiye boyutundan daha ilerisi var mı?..  Varsa neresi?... Orada ne haller olur ?...

- Hızır İlyas buluşması ne demek?.. Bazı veliler Hızır’la görüşürmüş, nasıl olur ki ?..

- Mevlana aşk boyutundan ileri geçememiş !...

- Rabiatul Adeviyye yalnız başına kalmış, kesrette; başka kullarda hakkı görememiş !...

- Hallac, Enel Hak sırrını ifşa etmenin bedelini başı ile ödemiş !..
Neler konuştuğumuza, neleri gündem ettiğimize bakar mısın Allah Aşkına ?..
-Henüz Allaha ait isimlerin manalarından, özetle esmadan bile haberimiz yokken   Safiyenin ötesini sormak !…

-Velayet Sırrını sadece yaşayan bilirken bir de Hızır’la görüşmeye özenmek !...

-Yetinmeyip Mesnevi hakkında hüküm vermek !...

-Kendince yaşadığı aşkı ile nice boyutlar aşan Rabia’yı yargılamak !..

-Hallac gibi bir Hakikat Şehidini sırrı ifşa ile itham etmek !...
Destur Ya Huuu !…. Destur !..  Hangi boyuttan neleri sorduğunu, kimler hakkında hüküm verdiğini bir düşünsen ?..
Bizim köyde bir veli amca vardı. Ne zaman gençler üst perdeden konuşsa:  “Evlatlar zenginin malı züğürdün çenesini yorar, bakın işinize, bunları geçin” der konuyu kapatırdı…
Asgari ücretli bir memurun Hawai Adalarında tatil dedikodusu ile oyalanması, çiftçi Ali dayının Cumhurbaşkanına tavsiyelerde bulunması bana hiç normal gözükmüyor!..
Benim tercihim haddimi bilmekten yana. “Allah Haddi Aşanları Sevmez” (Araf-55) ayeti hem uyandırıyor, haddini bil diyor hem de korkutuyor beni … “Cahil cesurdur” vecizesine muhatap olmaktansa, “Ağır ol da molla desinler” i tercih etmek daha makul geliyor.
Unutma süperstar olmak kolay değil.
Emek ister. Meşakkat ister. Böyle bir performansa imza atacak insanı arzular. Şartlanmalar, değer yargılarından kopman gerekiyor. Böylece Mudil isminden sıyrılarak kendini birim görmekten kaçınırsın ancak.

12 Ağustos 2012 Pazar

Sırrın Gönlünde Kalsın


Sevgili Kardeşim;
Bir süredir seyir yolunda okuyabildiklerini, içine doğan tespitleri benimle paylaşıyor ve görüş bildirmemi istiyorsun. Okuduklarından çıkardıkların ve gönlüne doğanlar oldukça güzel şeyler.
Haddim olmayarak sana bazı önerilerde bulunmak isterim:
-Vardığın sonuçlar bilinç semasından beşer arzına dökülen rahmet sağanaklarıdır. Yağmur ne kadar Rahmani ve kutlu ise; bunlar da o derece mukaddestir. Şurası muhakkak ki dünyadan haberi olmayanın bu dediklerimden de haberi olamaz.
-Mümin bir kula, Salih bir gönle ilham olunan doğuşlar, evliyanın müşahedesi gibi kıymetlidir. Esasen mümin kul ile evliya zümresinden bahsedilmektedir.
-Tasavvufun genel geçer kuralları olsa da bu yolda hissedilenlerin büyük kısmı indîdir. Bana göre indî olanlar; İndillahtan, yani hak katından, Rahimden, kuantum potansiyelden ulaşır. Bunlar bir açığa çıkış olarak düşünülmeli ve öyle kabullenilmelidir.
Bu nedenle hissettiklerini tevazü göstermenden ötürü sübjektif diye nitelendirmen gerekmez.
Kimi değerlendirmelere  gelince...
Bilesin ki bunlar SIR kapsamındadır! Sadece sana mahsus şeylerdir. Örneğin Hz. Muhamed (sav) kendine vahiy istikametinde gelen bilgileri inananları ile paylaşmış, bir kısmını  tebliği etmede inisiyatif kullanması öngörülmüş, yani kendi arzusuna bırakılmış,  ancak sırra tekabül edenlerin ise kesinlikle yansıtılmaması hususunda rabbinden talimat almıştır. Unutma hakikat Yolu bir anlamda sırlar denizidir.
Bunu ifşa edenler; geçmişte büyük bela ve sınavlarla bedelini ödediler.
İndî olanı anlaşılması güç, hatta imkansızdır.
Bazı seyirler paylaşmanın insana nasıl bedel ödettiğini şimdilik anlatmak istemiyorum.
Senden Allah Rızası için istirham ediyorum:
Sırların sende kalsın!..
Bu yönlü müşahedeni Yaratan ve senden başkası bilmesin!... Seni sevdiğim için, bedel ödemene gönlüm razı olmadığı için söylüyorum bunları.
Mevlana’nın şu sözünü dikkate al lütfen: “Sırların gönlünde kalırsa, maksuduna çabuk varırsın!..”
Şurası muhakkak ki sır, sır tutana verilir, zır cahillere değil. Meselenin bir yanı da burasıdır.

Neden Sevilirler?


Aile hayatı fıtridir (yaratılış gayesi). Bu yaşam düzeyinde çocukların ayrı bir yeri vardır.
“Allah sizi analarınızın karınlarından bir şey bilmez bir halden çıkardı… Değerlendirerek şükredenlerden olasınız diye, size sem’ (algılama), basarlar (görüp değerlendirme) ve fuadlar (esma mana özelliklerinin beyne yansıtıcıları-kalp nöronları )verdi.” (Nahl-78/ AHMED HULÛSİ/KUR'ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ) bebeklerin, 6-8 yaş sınırına kadar gelmiş çocukların, büyüklerine nazaran neden daha çok sevildiğini hiç düşündünüz mü?
Bir bebeğe baktığınızda ne hissedersiniz? Sevgi, şefkât, biraz da hayranlık değil mi?
Hiç çocuğu olmayan ve bir bebek için çok şeyini feda edecek bir kadın tanırsınız. Ama, onların iç dünyasını bizim bilmemize imkân ve ihtimal yoktur.
Ben kızımı bebekken, sanki büyülenmiş gibi dakikalarca seyrederdim. Neden bu duygularla yaşarız biliyor musunuz? Bebekler müthiş bir pozitif enerji alanı yaratıyorlar da onun için. Bu potansiyelle size çok şey yaptırabiliyorlar, sürekli zinde tutmayı başarabiliyorlar.
Henüz beşeriyete bulaşmamış olduklarından, nur saçıyorlar evren için mutlak gerekli olan sevgi, şefkât parıltıları onların üzerinden akıyor. Mutluluk yakalanıyor. Bir cennet ortamı yaratmayı iyi biliyorlar. Hastalandıkların da anne ve baba bir panik duygusuna kapılıyor. Ve onlar için olağan üstü şeyler yapma gayreti içine giriyorlar.
Bu nedenle, anne ve babalar, tek çocukları biraz büyüdüğünde biraz da bir defa daha o sevgiyi tatmak için ikincisini isterler. Kardeş yapmanın bir esprisi de budur. Bu yaştaki çocukların neden bu kadar çok sevildiği hususundaki temel noktaya gelince, şunları söylemek mümkün: Diğer isimler gibi Vedut ismi, beyin gücü ile ortaya çıktığı için fark etmeden insanı daha çok sevgi çemberine alıyorlar.
Kısaca bu ismin manası, onları çok sevmemizi sağlıyor diyebiliriz.
Daha sonraları veri tabanı günlük işlerle doluyor ve bu esmanın üzeri örtülüyor. Çocuklar yine seviliyor, ama arada oldukça büyük bir fark oluşuyor, bu kez dertler başlıyor. Bu durum ise insanı müthiş tedirgin ediyor.

Bilmek Bulmak Mıdır?


Değerli Dostum,
Tasavvufi Kavramları biliyorsunuz. Ama bunların tümü mecaz. Biz bilimsellikle açıklanana dek bunları kullanmaya devam edelim.
Mutmainne nedir, neler yaşanır, Mülhime ne anlama gelir, girdabı nasıl aşılır, Tevhid-i Zat ne demektir, tecelli zat ile arasında ne bağ bulunur. Herhalde bunlara tümüyle vakıfsınızdır. Allaha ait güzel isimlerin yani Esma-i İlahiyyenın çeşitli terkipler halinde inzal oluşu kesret boyutunu meydana getirmesi, ya da yeni anlatımla kuantum potansiyelin açığa çıkışı birimlilik boyutu oluşturduğunu bilirsiniz. Kuran bahsini ettiğim şeyleri açık bir şekilde yazıyor.
Ayet-Hadislerden çıkardığınız yorumlar da işin bir başka yanıdır. Unutmadan söyleyeyim Ayet ve Hadis uslubundan belli olur. Bütün bunlara yaklaşım yapmış iseniz bir yerde siz işi biliyorsunuz demektir.
Hakikat-gerçek sadece bu yazdıklarımı bilmek mi acaba?... Vahdet; kavram olarak sadece ezberlemek midir sizce?
Bir dakika..Geçenlerde uygunsuz bir sapakta sizi solladı diye yandaki arabaya savurduğunuz galiz küfürleri unuttunuz galiba! Azıcık benliğinize dokundu, damarınıza bastı diye arkadaşınıza takındığınız tavır için ne diyeceksiniz? Ya evde ufacık çocuğunuza, size emek veren eşinize sürekli öfke püskürmeniz nasıl izah edilir? Bütün bunlar bazı şeyleri bilme ve yaşama demek olur mu?
Şayet yaşayamayacaksanız, en ufak bir olayda bile avam davranışı gösterecekseniz, Havassın halini konuşmak neyin nesi. Hani siz özünüze dönmüştünüz? Tasavvuf, başkalarına papağan misali birşeyler anlatmak için mi, yoksa seyir için mi bilinir, değerlendirilir.
Enteresan bir şey doğrusu.
Durumunuz size de garip gelmiyor mu?...
Bir Hak Ehline sormuşlar: Asr-ı Saadette Tasavvuf yoktu diyorlar ne dersiniz? Şöyle buyurmuş: Doğru, Asr-ı Saadette Tasavvuf yoktu. Ama Adı yoktu, fakat Yaşam sırf Tasavvuf idi. Şimdi ise adı var, yaşamı yok!...
Sonuç; Bilmek, yaşamak demek değil. Allah’ı Bilmekle; Allah’ı Bulmak arasındaki fark; bir toz tanesi ile Everest Dağı kadar büyüktür.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Yok Olmak Bir Lütuftur


Levinas, “Var olmak lütuf değil, ağırlıktır.” der.
Ben bu sözü asıl ‘Yok olmak bir lütuftur’ şeklinde düşünüyor ve öyle kabul ediyorum. Çünkü var olmanın bir ağırlığı olabilir, ama kişinin sırtında bir yumurta küfesidir. Takdir edersiniz ki lütfu olan şeyin getirisi de çok daha fazla olacaktır.
Bu felsefe basit bir istek/duygu gibi görünmesine karşın, bütün tasavvuf ehlinin odaklandığı bir boyuttur.
Anlatılan şey gerçektir. Ne dediğini bilmek, ona doğru yönelmek şarttır. Ancak uzun ve meşakkâtli bir çalışma ister. Dikkât edilecek nokta ise bunun içtenlikle ve aşamalı olarak kullanılması. Ancak bu kavramı iyi tanımak ve doğru yönetmek yatıyor. Katlanılamaması halinde oluşabilecek tepkiler, bununla birlikte başlayacak geri dönüşler istek duyanı perişan edebilir.
Diğer yandan, akla şu soru gelebilir:
Yaşamı varlık düzeni üzerine kurulu, inanç dolu bir insanın bu uçuk kavramı kabul etmesi mümkün müdür?
Elbette ki hayır!
Eğri oturalım doğru konuşalım. Kendisine karşı geliştirilen olumsuz bir olayda tavrını değiştirmeyen, sükûnetini muhafaza eden ve en önemlisi, örtülü bir şekilde yaşayanın üstesinden geleceği bir iş değil mi bu?
Etrafınıza bir bakın! Bu vasıfları taşıyan yani, bir anlamda gerçek değil, her şeyin hayal olduğunu, göründüğü gibi olmadığını kabul edebilen birini görebiliyor musunuz?
Vereceğiniz yanıtı duyar gibiyim.
Bu iş gerçekten o kadar kolay değil.
Değerli dostlarım!
Bilinenin aksine, izafi varlığımız bizi yönetmez. İnsanın geçmiş yıllardan edindiği tecrübe, bilgi bunun kanıtı. Bu, var olmamanın işi ve akıldan çıkarılmaması gereken bir konu. Anlayacağınız gibi duyguların tamamı, zekânın kıvraklığı varlığa; aklın gücü de buna meyilli.
Herkesin tozpembe tablolar çizdiği, ama yapacağı fazla bir şeyin olmadığı bu dünyada bu olmadığının ağırlığını taşımak, herhalde yapılacak en iyi iş olsa diye düşünmekteyim.

Orucun Faydaları


Ramazan ayına girdik. Bu yüzden orucun faydalarından bahsetmek istiyorum. Orucun bizler için hem maddi hem de manevi faydaları vardır. Nefsimizin aşırı isteklerine engel olur. Oruç tutanlar daha sabırlı olurlar. Allah resulü de "oruç sabrın yarısıdır" ve "sabır imanın yarısıdır" sözlerini söylemiştir. Bizlere orucun manevi faydalarını anlatmak ve bizleri oruç tutmaya teşvik etmek için. Oruç ahlakımızı düzenler. Bizleri iyiye ve güzele götürür. Daha çok düşünmeye ve şükretmeye yönlendirir. Bizi haramlardan uzaklaştırır. Helal olan davranışlara yaklaştırır. Zenginlerin gönlüne merhamet gelir. Fakirlere, ihtiyaç sahibi kişilere yardımda bulunurlar. Yardımlaşma duyguları kabarır. Sürekli çalışan mide oruç tutarak dinlenmeye geçer. O kadar çok atıştırıyoruz ki mideyi çok yoruyoruz. Bu yüzden midenin de dinlenmeye ihtiyacı var. Bu yönüyle de bizim kendimize yapmadığımız iyiliği oruç bize yapar hiç farkında olmasak bile. Allah resulü her amelin sevabının on misli katlanacağını bildirmiştir. Yedi yüz misline kadar da katlanır demiştir. Allah ise oruç bu kaideden çok farklıdır demiştir. Oruç benim içindir ve ben de onu dilediğim gibi ödüllendireceğim demiştir. Bu sözler bizler için büyük mucizedir. Bir kimse ramazanın faziletine inanırsa ve sevabını Allah’tan umarak oruç tutarsa geçmiş günahları affolunur denmiştir. Bu yüzden rahman böyle dilemiş diyerek oruç nimetini değerlendirmek gerekir. Sadece bu ayda otuz gün değil, istersek bazı mübarek günlerde, pazartesi ve perşembe günlerini de oruçlu geçirebiliriz. Böylece bize verilen bu nimeti daha iyi değerlendirmiş olabiliriz. Bu ay için boşuna denmemiştir on bir ayın sultanı diye. Her ayın her günün hatta her anımızın kıymetini bilmek gerekir. Sadece bu ayın sevabı daha büyük diye diğer zamanları da boşlamak olmaz tabi. Zaten devamı geliyorsa yapılan çalışmaların o zaman amacına ulaşmış demektir. O zaman hakkını vermiş oluruz bu günlerin. Yoksa birer taklitçi olarak geçer gideriz. İşte o zaman da ebedi huzurdan mahrum kalırız.

Uruç


Hepimizin medyadan takip ettiği üzere dünyanın pek çok bölgesinde sürekli şiddet ve savaş haberleri gelmektedir. Peki nasıl oluyor da herkes barış isterken sürekli bir kıyım mevcut. Savaşı bile barışa alet ediyorlar. Barış için savaşıyorlar!... Bu nasıl bir tezattır anlayamıyorum. İslam dini adı altında açığa çıkmış olan mükemmel öğreti dünya tarafından gericiliğin sembolü haline gelmiş. Gerçekten de baktığımızda şiddetin ve düzensizliğin eksik olmadığı toplumların başında müslüman topluluklar geliyor. Peki bu İslamiyetin kendisinden mi kaynaklanıyor yoksa İslamın hakikatinin çarpıtılmasından mı öncelikle bunu tespit etmek lazım. Eğer İslamın kendisinden olsa idi günümüzde İslam dininin hakikatini yalnızca kendilerinin bildiğini ilan ederek fetva veren hocaefendiler ve cemaatler sadece güç ellerinde olduğu dönemde değil asırlar sonra da konuşuluyor olurlardı. Fakat gerçekte böyle değil. Kendisinlerinden asırlar sonra da bahsedilen yapılar,  Rasulallah’ın öğretisi doğrultusunda İslam’ı idrak edip, içselliklerinden gelen bir şekilde özlerine yönelip hiç olmuş yapılardır. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi saf açığa çıkışlar günümüzde de kendilerinden söz ettirerek çağımız insanlığına ışık tutmaktadırlar. Sema adı verilen ve günümüzde gösteri olarak karşımıza çıkan yöneliş, aslında bir anlık idrak edişin madde boyutuna yansıması olarak o yapıda açığa çıkmış ve bilinç katlarına urucun bir sembolü olmuştur. Belki de bu zatların yaşadıkları devirlerde çok ön planda olmamalarının sebebi “Benim Evliyam Örtüm Altındadır” işaretinin hükmünün yerine gelmesi amacı iledir. Her şeyin bizlere altın tabaklarla sunulduğu şeklinde bir yanılgıya sevk ettiren tüketim toplumu haline geldiğimiz şu günlerde, biraz olsun bu muhteşem değerleri anlamak için çaba göstermek zannediyorum ki kendimizi de tüketmemek için yapmamız gereken bir davranış olur. Peki bunun için neye ihtiyacımız var? Biraz inaç, biraz vicdan ve biraz da akıl, biraz da samimi isek gerisi kendiliğinden gelecektir.

10 Ağustos 2012 Cuma

Yıldızların Beyin Üzerindeki Etkileri


                Çocukluktan beri, uzunca bir zaman astroloji ilgimi çekmemişti. Bunda ailenin de, çok önemi var. Çünkü, onlarda hiç ilgili değillerdi. Fakat, zaman geçirmek için, gazete sayfalarındaki, burçlarla ilgili yazıları okurdum. Onlar da, genelde günlük olaylarla ilgili şeyler yazıyor. Çoğu zaman, doğal olarak tutmuyordu. Bazı insanları görürdüm, günlük burçları okumadan yapamazlardı. Büyüdükçe, bazı konulara eğildikçe, aslında burçların, yıldızların, güneşin ve ayın etkilerinin ne kadar önemli ve gerçek olduğunu anladım. Aslında, insanlık alemi var olduğundan beri,  insanlar gökyüzünü sürekli olarak incelemişlerdir. Bazı toplumlar, güneşe tapmış, bazıları yıldızlara tapmıştır. Bana göre, bunun sebebi, yıldızların insan beyni üzerindeki etkilerini fark etmeleridir. Büyük ihtimalle, zaman geçtikçe işin aslı unutulup tapınılma durumuna gelinmiştir. Bebek anne karnında iken, dördüncü ayında aldığı kozmik ışın etkileri, bebeğin özelliklerinin oluşmasında çok büyük önem taşır. Yine, doğum anında aldığı etkilerde çok önemlidir. Tabii ki, genetik faktörler ve çevre faktörleri de çok önemlidir. Bu, anne karnında ve doğarken aldığı etkiler, bebeğin iç ve dış burçlarını belirliyor. Kişilerin ana burçları kırk yaşına kadar etkili oluyor. Kırk yaşından sonra ise, yükselen burç etkili olmaya başlıyor. Hani derler ya, kırkından sonra çok değişti diye. İşte bu değişikliğin sebebi, yükselen burcun artık etkili olmasıdır. Burçlar, insanın karakterinin ve yeteneklerinin oluşmasında etkilidir. Başımı gökyüzüne çevirip baktığımda, sayısız yıldızları görüyorum. Şu anda, şehirde oturuyoruz, büyük bir çoğunluğumuz. Şehrin ışıkları gece bile olsa büyük ölçüde devam etmekte. Şehrin uzağında olsam ve gökyüzünü incelesem ne kadar çok yıldız göreceğim. Hele bir de bilim adamlarının gökyüzünü incelemesi nasıl olur, aklım almıyor. Evren sürekli genişliyor. Sonu sınırı bulunamadı. Dört yüz milyar galaksinin olduğundan bahsediliyor. Her bir galakside de milyarlarca yıldız. Biz bu kainatın neresinde, ne durumdayız.   

Allah Islah Etsin


Yaşamında tanımadığı, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı halde yanlı davranan, etrafı ile durmadan didişen, bununla kalmayıp açıkça zan kokan biçimde hedef gösteren; tarafsız kalmayı yeğleyip doğruyu anlatmaya çalışan kişilere kızan, onların görüşlerini dikkate almaya bile özen göstermeyen bazı insansı vatandaşları uyarmak gerekiyor.
Yıllardır çözülemeyen tasavvuf bağlantılı sorunlara somut çıkışlar sağlamak ve İslâm’ı çağdaş bilimler ışığında yeniden algılamak için uğraş verenlere sinsi komplolar kurup bunları yapmayın.
Kaynak suyundan bahsederken, farkında olmadan cahil görüşlerinizle bu suyu kirletmeyin. En azından ona karşı edepli olun.
Yaşadığı dünyayı korkunç bir hızla kirleten, (bilgi kirliliği yaratan) ve tüketen insanoğlu aynı şeyi kendisi için de yaptığının farkında mı acaba?
Yaptığınız işin bilincine varın derim. Eleştirel yaklaşımlarınız yapıcı olsun, ama kesinlikle yıkıcı olmasın.
İnanç sahibi bir kişinin diğer bir İslam ferdine saldırısının Efendimizi (sav) derinden yaralayacağını iyi düşünün.
Velev ki o kişi hata yapmış bile olsa..
Allah ilmine kırk yılını vermiş biri olarak sizlere sesleniyorum: Umarım, bu konuda peşine düşeceğiniz kişinin, (her kimse) tomografik yapısını önceden çıkarmayı ihmal etmez, ağzına her ‘Allah’ kelamı alan insanın konuşmasına bakıp ‘ne kadar da güzel konuşuyor’ deyip karar vermezsiniz.
Geçmiş hatalardan ders çıkarıp toplumun beklentilerine yanıt veren, güvenilir, ilim sahibi insanlara gereken önemi ve değeri vermezseniz, bilin ki bu saldırganlığınız ancak cehaletle vasıflanabilir ve karşılığını mutlaka bir şekilde alırsınız.
Değerli arkadaşlarım! Hiç kimsenin kapris ve kırgınlık gösterileri yapabileceği bir dönemde değiliz.
Hedef bellidir!
İmamı Gazali’nin de işaret ettiği gibi sırlar kitabı Kuran-ı Kerim.
Lütfen, bize verilen bu nimetin farkına varalım ve bu şansımızı iyi değerlendirelim, onun ahlakı ile ahlaklanmaya gayret edelim.

Beleşçilik



Karşılıksız iyilik infak’a işarettir. Bu meyanda bir hadis hatırlıyorum; “Ağır duyana söz işittirmek sadakadır” der Efendimiz (sav) .
Tabi bunlar yerli yerincedir.
Ancak her şeyi maddi manevi sürekli başkasından beklemek, ihlaslı davranmamak, yani bir anlamda üretimsizlik de beleşçiliğe işaret eder.
Beleşçilerin beklentilere, ilginç ve özgün yaklaşımları vardır.
Özellikle ‘üretim’ ile ilgili konulara önem vermeye hiç de niyetli görünmezler. Üzerine eğilmedikleri gibi tam tersine duyarsız davranırlar. Bu tür sınıfın türemesi, asalak hale gelmesi toplumun yapısını, kültürel konumunu tehlikeye atar.
Büsbütün kötüleşmesine sebep olmakla kalmaz, beyin gücünün, gelişip serpilmemesine tıkanmasına neden olur. Bu konum beşeri düzeyde evrensellik ilkelerine terstir. 
İşin ilginç yanı kimi insanların bu katı tutumlarını sürdürmekten yana tavır koymalarıdır ki, uyarıldıkları halde bu sevdadan vazgeçmezler.
Bir ademe yakışmayan bu şaşkınlık herhalde Allah’ın MUDİL isminin açığa çıkışı ile ilgilidir.
Ayrıca, gerçek anlamdaki iyiliği, pişirilip hazır halde önüne konan sofranın varlığını hissedemediklerinden tanınmaları güç bir hale getirebilir. Beleşçilik vasfı, insani değerler açısından tasvip edilen etik bir ahlak olamaz.
O yüzden insan üretebilmeli, değişiklikleri anında takip etmeli, hazıra konma huyundan vazgeçerek tembelliği huy haline getirmekten kaçınmalıdır.
Ancak, yardım istemekle, beleşçi olmak aynı şey değildir. Sistemin toplum üzerindeki vardığı mükemmellik de budur işte.
Yardım, sorunu çözemeyen ama çözmeye azimli olan bir kişiye yapılan iyiliktir. Karşılık beklemezsizin yapılanıdır. Bu bir nevi paylaşmadır. Söz konusu farkı ayırt etmeden talep edilen iyilik altındaki şeyler, herkesi ‘beleşçi hale’ durumuna sokacak ve toplumu dağıtacaktır.
Bu tür eylemler ise insanı yaratılış gayesini bilmekten mahrum bırakır. Böyle olunca beleşçiliğin kronik bir hastalık haline gelmesi muhtemeldir.
Bunun sürekli olması bir düş kırıklığı yaşatır. İlişki içinde bulunan kişilere hayatı çekilmez hale dönüştürür.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Veli ve Muttaki



‘Saflığını-arılığını’ korumaya dönük, bir kasılma olmaksızın enerjisini kullanan, dün dünde kaldı diyerek noktaladığını unutan, tüketmeyen, ‘esas meseleye odaklanarak yaşayan’, derdini herkese anlatma, açma ihtiyacını hissetmeyen, her harfte vurgulama yaparak, karşı tarafa ileten, toklukta ve inandırıcılıkta tek bir ses olan, aklımıza çok sık takılan soruları bir neden olmaksızın ortaya atan, her düşündüğünüzde bir şekilde karışınıza çıkan, cinsiyet kavramından uzak duran, insan olmaya azmetmiş kimselerin yanında yer alan, ender yetişen, yanıp tutuşmayan, fikrine/ilmine, mekârimi ahlâka güvenen, Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiğine inanan, her şeyin ‘olurunu bulmaya’ çalışan, ‘bulduğu ile yetinen’, küçük işlerde ‘ hesaplaşmalarda’ erimeyen, tasavvufun mecaz, gerçeğin bilimle açıklandığına katılan, ‘metin, kavi, kadir, muktedir olan’, deneyim sahibi, beşeri münasebetlerde dengeyi korumayı bilen biri olarak tanımlanabilir bir Veli. O’ndan yansıyan bu ipuçlarını yakalayabilirsiniz.

Buna mukabil, insanlığa aday olan, ilham alan, ‘Gayba iman’ eden,‘korunma ihtiyacını’ hisseden hiç aksatmayan ve bununla yetinmeyerek, bunu bir hidayet yani gerçeği görme vesilesi gibi kabul eden, kendisine ‘verilenden infak’ eden, zerre kadar kendine çıkar sağlamayı düşünmeyen, ’namaz dinin temelidir’ esası ile hareket edip, namazı ikame eden, bunları yapmadığı takdirde ahiret yaşamında başına gelecek tehlikleri sezen kimselere, muttaki denir. Ve zümre olarak onlardan muttakiler diye bahsedilir.

“O halde sanki birbirine çok yakiyn mesafede bulunan iki grup arasındaki fark nerede?” diye soranlara şu yanıtı vermek mümkün:Muttakiler zühd ve takva sahipleridir. Ne yazık ki, bir anda nefsi emmare durumuna düşebiliyor.

Bir başka incelik ise veli yakıyn sahibir. Muttakinin amacı ise Cennete ulaşmaktır diyebilirz.

Bu analize göre hangisi sahihtir?

Aşikâr ki, çok ender yetişen Veliler-Yakıyn, Ehli-İslâm âleminin şahikası sayılıyorlardır.

Manalar



Bilinçli olarak baktığımız herşey bir mana, bir mananın ortaya çıkışından başka bir şey değildir. Bu manalar tüm yaşamın anlamını ifade ederler. Bilidik  yaşam ya da bilindik evrende açıklanabilen herşeyin bir anlamı vardır. Bu anlamlar belirli isimlerle antılmaya çalışılır. Sadece bu bilidğimiz evrende, sonsuz bir enerji titreşimi içinde, sonsuz manaların olduğunu tahmin etmek ya da düşünmek yanlış olmasa gerek. Bu manaları işaret eden tasavvufta geçen isim “esma”dır. Bunlar 99 adet ve esma ül hüsna olarak bizlere anlatılmak istenmiştir. Somut olarak algılayabildiğimiz her bilinçli oluşum, bu manalar tarafından yorumlanarak algılanabilir ancak. Dolayısıyla, algılayamadığımız, bizim mana repertuvarımızda henüz şekillenmemiş manalardır ve  bizler de bunların pek tabii ki farkında olmadan yaşamaktayız.Aslında herkes, gördüğümüz algıladığımız ya da algılayamadığımız herşey, bir mana kompozisyonudur. Mamaların seyrdir. Bizler en çok kendi mana kompozisyonumuzdaki manaların farkındalığı ile yaşadığımız için (ki bu da tartışılır ne kadarını fark ederek yaşadığmız açısıdan) kendi mana komposizyonumuz paralellindeki oluşumları fark eder ve yorumlarız ve onları içsel dünyamızda kabul ederiz. Halbuki, fark edemediğimiz bir mana potansiyeline sahibiz ve her an açığa çıkmakta olan bu manaların bilincinde olmadan, sadece fark ettiklerimiz sınırı içinde yaşamaktayız. Öyle ki; bizde açığa çıkan bir mananın farkındayız diyelim ve bu mana bir başka kişide o şekilde açığa çıkmıyorsa hemen onda o mananın o karşımızdaki kişide  olmadığı hükmünü veririz ve ona göre kısır bir değerlendirmeye gireriz. Ancak bu karşıdaki kişide hakikaten o mananın olmadığı anlamına gelmez. Sadece bizim manayı yorumlamamız, karşı tarafın yorumlaması ile farklı bir şekilde olduğu için bir bu isabetsiz sonuca ulaşırız.Sonuçta ne kadar farkında olsak da, ya da olmasak da tüm manalar sonsuz bir şekilde her an ortaya çıkmaktalar.

Çocuk ve Din Eğitimi



                Yaz gelip, okullar tatil olunca, çocukların büyük bir bölümü sabahları erkenden camiye giderler. Özellikle, anneanne ve babaanneleri çocukları heveslendirir. Duaları öğren, namaz kılmayı öğren ve Kuran oku bak sana neler alacağız. Pek çok aile, bu şekilde onlara dini sevdirmeye çalışır. Müslüman bir toplumda yaşıyoruz. Bilinir ki, ağaç yaşken eğilir. Hem çocuklar, hep beraberken daha severek ve daha kolay öğrenirler. Şu anda, camilerde çocuklarla ilgilenen kişiler, gerçekten işlerini ellerinden geldiğince iyi yapıyorlar. Onları zorlamadan, oyunla beraber çok sıkı olmayan bir öğrenme süreci devam ettiriyorlar. Bu da sürekliliği sağlıyor. Tabii ki, sadece camilerde bunları öğrenmeleri ile yaşamlarında uygulamaları sağlanamıyor. Küçükler en çok görerek öğrenirler. Eğer, evde veya etraflarında namaz kılan, dua eden insanlar varsa uygulamak kolaylaşıyor. Onlar da büyüyünce ibadetlerini daha kolay yerine getiriyorlar. Bir de, Kuran’ ın tamamı okunduktan sonra, insanlar hatim etmiş oluyorlar. Bununla ilgili olarak, camilerde ve evlerde mevlutler okutuluyor. Kuran insanının  ikizidir deniliyor. Yani, yapılması gereken, sadece Arapça harflere okumak değildir. Ne anlatılmak istenildiğini anlamak gerekiyor. Yaratılmışlar arasında, sadece insan düşünebilme, tefekkür edebilme özelliğine sahiptir. Bu evrensel bilgi kitabı, hem bu dünya, hem de ahiret  hayatı ile ilgili bütün gerçekleri, değerlendirebilenlere vermektedir. Kadın veya erkek herkes Kuran’ a göre, halife olarak yaratılmıştır. İşte, bu özellikleri açığa çıkarabilmenin nasıl olacağını da, yine anlatılmıştır. Bu sebeple de okumak hiçbir zaman bitmez. Anlatılmak istenenler, sonsuz sınırsızdır.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

İstiklal Marşı


İstiklal Marşı neyi temsil eder? Bir ulus olmak için harcadığımız çabayı, aştığımız, aşmak zorunda kalacağımız büyük badireleri, büyük zorlukları temsil eder. Onun içinde, inanç vardır, kan vardır, gözyaşı vardır, umut vardır ve büyük bir sevgi, hoşgörü ve iman vardır. Bu duygular statlarımızda, kapalı spor alanlarında acaba ne kadar hissediliyor?

Bizi biz yapan değerlerimizi çok, ama çok iyi korumalıyız. Zaten yitiriyoruz her geçen gün birçoğunu. Üstüne titremeliyiz. Ruh sağlığımız kaybolmak üzere. İstiklal Marşımız maç düdüğünden önce, Ankaralı bilmem kimin şarkısından sonra okunan “korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” adlı bir şarkıya dönüşmek üzere ve bu gerçekten çok korkunç. İhtiyacımız olduğunda neye sarılacağız peki?

Milli marşın birlik ve bütünlük duygularımızı karşılamanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ama bu şekil ve düzeyde değil. En azından anlatmaya çalıştığım şartlar altında gerçekleşmiyor.

Futbol müsabakalarının öncesinde okunan İstiklal Marşı için düşüncelerini bir şekilde yansıtıyor köşe yazarlarımız gazetelerindeki yerlerinde.

Ve bir kısmı, bu şekilde olacaksa okunmamasını istiyorlar.

Bir sitede adeta kangren olan bu yaraya yıllar önce değinildiğini okumuştum

“Ya spor müsabakalarında birlik, bütünlük ve dayanışma içinde olduğumuz mesajını veren İstiklâl Marşının akabinde, tarafların düşmanlık derecesine varan tutarsız davranışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?...” sözleriyle değinmiştik.

Açıkçası, insanların yaşamasını anlamlı kılan değerlerin başında gelen Ulusal Marşımızın böylesine zihniyet karşısında daha fazla küçülmesine gönlümüz razı olmuyor. Bu tür davranışlar ayrıca beyin gücünü de etkiliyor. Kitleleri silikleştirirken, dağılmasını sağlama yoluna gidiyor. Adeta birbirine düşman ediyor.

Toplum özlemi içinde yaşamak ve onu korumak istiyorsak, en kısa zamanda bilinçli bir şekilde, bu tür hareketlerin üzerine gidilmeli ve gereğinin yapılmasını sağlamak şart diyorum.

Bilmem bana katılıyor musunuz?

Hevasını İlah Edinmek


Tanrı kavramını “Sen kendi hevasını ilah edineni gördün mü?” ayeti ile birleştirdiğimizde, nihayet bu sözcüğün ne kadar büyük bir yanılgı meydana getirdiğini fark etmek zorunluluğunu oluşturur. Hele Kuran-ı Kerim, insanı halife seçtikten sonra, işin vehameti daha iyi anlaşılıyor.
Anlaşılacağı üzere kendisi ile ilgili pek çok şeyi keşfedeceği yerde, hayallerinin peşinde koşan yanılıyor.
Eskilere uzanırsak, bu absürt kelimenin, Arabistan’da şeriata dönük yaşamları ile bilinen Vahhabi algılamasının bir ürünü olduğunda hem fikiriz. Anlaşılan araştırma zahmetine kalkışılmadan, sakıncaları dikkate alınmadan Din’in ana temel noktası olarak düşünülmüş.

Sonuçta büyük bir vebalin altına imza atılıyor.
İslam Ülkelerince de taklitçiliğin bir şaheseri olarak tarih boyu ve günümüzde kullanılır hale getiriliyor.
Ancak bu kavramın olmayışı, evliya tarafından analiz edilmiş, olmadığı/olmasının mümkün olamayacağı net biçimde açıklanmıştır.
Onlar “Böyle gelmiş, böyle gider” anlayışını, “Böyle gelmiş, böyle gitmez”e dönüştürerek doğru yolu göstermişlerdir.
Geçek olan bir şey varki; İlaha-hayale dayalı olmayan yaklaşım farklı oluyor ve pek tabidir ki, Allah ismi ile işaret edilen ışığında, bilgi kitabını okumak insana büyük bir keyif veriyor.
Şimdi artık izlediğim kadarıyla, bu anlayıştan büyük bir göç başladı. Aslı astarı olmayan ve insan değerini düşürten, Nebi ve Rasul kavramlarından habersiz, kopukluk yaratan bu vahim tablodan kurtulduğumuz için Allahın seçkin kullarına ne kadar şükretsek azdır.
Gerçek olan şu ki; Hayali kavramların etkilerini, çeşitli asırlardır nasıl değerlendirmelere uğradığını ve bunun ne derece başarı kazanabildiğini sonuçlarıyla anlamaya çalışan bizler için oldukça ciddidir.



Oysa mesele ilim âlimleri için hallolunmamış bir muamma değildir. Sorun varlığı bir bütün gibi mütelaya ihtiyaç görmeyen, tetkik etmeyen bilmeye gerek bulmayan fertler için geçerlidir. Onlar, Allah ile aralarında bir bağ olduğunu esefle söyleyelim ki asla anlayamamışlardır.

Helvadan Putlar


Tanrı ile ilgili birbirinden ilginç pek çok anektod var. Bir tanesi şöyle: “insanlar cahiliye döneminde ticaret veya seyahat için yola çıktıklarında helvadan yapılmış putlarını yanlarına alırlar mola verdiklerinde veya ihtiyaç duydukları anlarda onlara taparlar sonra yollarına devam ederlerdi.

Ne zaman ki karınları acıktı bu sefer o taptıkları putlarını yerlerdi. Karınları acıktığında ise bu defa o taptıkları putları yemekte bir sakınca görmezlerdi.”
Bu çok trajik ama aynı zamanda gülünç olan durum bir gerçek. Günümüzde de devam ediyor sevgili dostlar, çeşitli görüntülerle, yaklaşımlarla.
İnsanoğlu önce kabul ediyor, meth ediyor, sonra övdüğünü ayaklar altına almakta bir beis görmüyor.
Bu hareketi bilinçli şekilde değil, maalesef güdüleri ile gerçekleştiriyor.
Sonuç olarak şunu demek istiyorum. İnsan zihni neye hazırsa onu benimsiyor. Çünkü duyuları ile konuya yanaşıyor. Bu durumda önce kabul ediyor, sonra reddediyor. Dolayısı ile dışsallığa her yaklaşım A dan Z ye bozuk çıkıyor. İyi niyetli ama cahil insanlara anlatılmak istenen bundan başka bir şey değil.
İslam dini La ilahe illallah sözü ile bu kavramı red eder. Onların olmadığından bahsedip, bunu oirijinal haliyle kabul edenin cennete gireceğini, kabullenmeyenin ise cehennemi boylayacağını bildirir. Bu net açıklamalara, uyarılara karşın dini bilinçsiz bir şekilde atalarından öğrenen kimseler, yinede seçtiği şeylere tapmaktan geri durmaz. Kimse hayal ettiğine dil uzatmaz. Karanlığın cahiliyetin aczi içinde yaşarken, bu fikri yayan ve bu suretle dünyanın dört tarafında tapınılmayı mümkün kılan bir akımı meşru bulacak hareketlere girişir. Biz buna esasen var olan bir fikri destekler desek daha makul bir şey söylemiş oluruz.

Hâlbuki biz İslamı anlamada bu öngörünün bütün unsurlarını Allah kavramında buluyoruz.

7 Ağustos 2012 Salı

Frekanslar Ve Farkındalık


Beyin adı verilen dalga yumağı yapının, kainatı kavramasındaki açılımı, farkındalığını ne kadar etkiler?   Dalga yumağı yapıda, şuurun  kendisini keşfetmesini sağlayacak olan, kudretini açığa çıkarması kadarıyladır. Hikmet boyutundaki yapı, kendisinde bulduğu  alan genişliğinin yaşamını ve hissedişini açığa çıkarabildiği haliyle  yaşar.

Geniş bir vizyondan bakabilen bir yapıda açığa çıkan tecelliler, algısının da genişliğine bağlıdır. Dalga yapıda gerçekleşen sayısız işlemin, kainatı her noktasına kadar duyumsayabildiğini buna rağmen açığa çıkan algının sadece belli eşiklerde kaldığını her an gözlemlemekteyiz.  Bir televizyon,  bağlı olduğu uydudan gelen veriyi ancak kendi kabiliyeti(algısı) kadarıyla açığa çıkarabilir.  Dalga yapı her an yenileniyor.. Bedende kendini yaşamaya çalışırsa, alçak frekans boyutunda sıkışıp kalır. Şuur kendini ancak farkındalık alanının genişliği kadar tanır. Üst frekans boyutlarına çıkması  ve kendisini o katmanlarda tanıması ise, o anda açığa çıkaramadığı kendi potansiyelini bilmesi ve  yaşaması ile mümkündür. Kayıtlanmış bir  yapı orjin varlığını açığa çıkaramaz. Kayıtlanmış şuur, sonsuz ve sınırsız potansiyelin kendisinde olduğunu da bilemez.

Son yıllarda gelişen nöroloji  artık kendi kendimizi programlayabileciğimizi dile getirmektedir. Her frekansın ayrı ayrı işlevleri olduğu bilim dünyasında yayınlanmakta. Suçluluk, pişmanlık,ilişkiler,kapanıklık ya da epifiz bezinin aktivasyonu için uygun frekanslarla tedaviler günümüzde yapılabiliyor. Frekans boyutunda oluşmuş bir tıkanıklık madde boyutuna aynen yansıyor.

Eğer başınız ağrıyorsa Rast makamında bir eserin frekansı sizi rahatlatacaktır. Ayaklarda yaşanan bir rahatsızlıkta ise Uşşak makamı şifa olacaktır.Solfeggio Frekanslarıda bu tarz uygulamalara örnek olarak verilebilir.

DO – 396 Hz – Suçluluk ve korkuları serbest bırakma

RE – 417 Hz – Felaket halleri ve kolayca değiştirilmesi

MI – 528 Hz – Dönüşüm ve mucizeler (DNA onarımı)

FA – 639 Hz – Bağlantılar / İlişkiler

SOL – 741 Hz – Sezgilerin uyanışı

LA – 852 Hz – Ruhani duruma geri dönüş

Tanımlanmış olan bu frekanslarla kendimize akort yapabiliriz. Böylece frekans boyutumuzdaki   kayıtları temizleyip an'ı yaşamamızda bir engel  daha böylece kalkmış olur. Niceliksiz ve niteliksiz,kayıtlardan beri olarak seyr halini yaşayabilmek için, sonsuz alemlerden açığa çıkan yollardan bir yoldur. Yüksek frekans algısında kayıtlardan beri olanı yaşamak dileğiyle, Sevgiler...

Müslümanın Yaşamı


Müslümanın yaşamında inanç ve imanın yeri büyüktür. Her kimse bu kavramları yaşamında önemle irdelemeli ve bu kavramların kendinde bulduğu yeri ciddiyetle değerlendirmelidir. Bir kimse yaşamında bu kavramlardan uzak kalmaz ve kalmamalıdır. Ayrıca kimse ölümden sonraki yaşama inanıyorsa bu olgulara önemle vurgu yapmalıdır. Bununla beraber yaşamında bu tür şeyleri hiç önemsemeyen kişilerle de karşılaşabilirsiniz. Bunu hiç önemsememek ve kendimizi ele alarak sadece kendi açımızdan bu konuları yaşamımızda aramamız ve bulmamız gerekir. Müslüman bunları içselleştiren ve kendinde bulan yapının adıdır aslında. Bir kişi kendisi için dilediğini bir başkası içinde dileyebilmelidir. İsteyemiyorsa bile o kişi için olumsuz bir şey dilemekten uzak durmalıdır. Dikkat ile bu tür hal ve tavırlardan hatta düşüncelerden kaçınmalıdır. Sevdikleri ile sevmedikleri arasında bir fark olmamalıdır. Çünkü dilek ve istek bir bütündür. Zaten Allah da kuluna dilettiği bir şeyi ona vereceği için diletir. Yani aslında o şey olacaktır ve siz onu siz dilediniz sanırsınız. Buna canı gönülden şekilde inanmak gerekir. Yani sizde onu dileyen aslında yaratandır. Yaratanın dileği sizde açığa çıkmaktadır.  Çıkmayacak olsa sizde dilemesi söz konusu olur mu? Hayır elbette bu durum işin mantığına aykırı olur. Siz ve sizin çevrenizde ki herkes, önce dilemek nedir! Bunu bilmelidir. Her kimse kendi dileği sandığı şeyin aslında gerçekten kendi dileği mi? Değil mi! bunu önemle araştırmalıdır. Gerçekten ben bunu diledim mi! Bunu dilemem için bana ait bana özel bir sebep var mı? Yoksa bende benim derinliklerimde bir ses bana seslenerek bunu bende diletmiş olabilir mi! Hiç böyle düşündünüz mü? Bunları kitabına uygun olarak ele almak ve süzmek gerekir. Elbette tüm bu düşünceler kişisel olarak benim düşünce dünyamda gelişen şeyler ve sizlerde de böyle oluşup oluşmadığını bilmiyorum. Ama bir şekilde sizler de böyle düşünce oluşursa ne mutlu bana.

İstemek


İlk duamı ne zaman etmiştim, ne istemiştim hiç mi hiç hatırlamıyorum. İlk duamı bırakın dün yaptığım duam neydi, ne üzerine neleri hayal edip de nerelerden, neleri istemiştim bunun bile hatırası yok aklımda. Dua, her inanç sahibi için sığınılacak huzur dolu limanlardan biri. Başın mı sıkıştı, bir şeye mi ihtiyacın var, bir hayalin varda nasıl ulaşacağını mı düşünüyorsun, hiç adres aramana gerek yok. İste, dile oluşumu için bekle. Sana ait evrensel frekansın yayını her an yayılmakta beyninden, özünden. Mesafe, zaman, yer sorunu yok senin evreninde. Radyo frekansı gibi düşünme, benim frekansımın gücü ne ki diye düşünüp yayını kesme. Kısa dalga, uzun dalga FM. ney ise bildiğin dalga türleri, senin evrensel frekansın onların hiç birine benzemez. İstedim de olmadı veya ben böyle istememiştim diyerek, araya farklı düşünce ve dua frekanslarını sokma. Felsefe yapıyorum diye düşünme. Sen, sana hitap eden kısmını al değerlendir.

Aklından ne geçiyorsa, yaşamının sana gönderdiği bir mesaj olarak alıp değerlendir. İhtiyacının ne olduğuna karar verdiğinde ve bunun gerçekten senin sonsuz yaşamın boyunca kullanabileceğin bir özellik veya sahibi olmayı isteyeceğin bir durum olacağına gerçekten inanmışsan, gerisini düşünme. O dua yapılmıştır. Yapılan dua da gerçekleşir. Ancak, ısrarcı olmak, oluşumun tamamlanacağına gönülden inanmak, duanın destekçisidir, unutma. Yine kendin kendine destek olabilirsin. Duana da, gerçekleşmesine de. Senden başka, bir dış obje, güç mahalli veya kapısında el pençe divan olup, bekleyeceğin bir tanrı hayal etme. Duanın oluşması için bir kere, istediğin her neyse, ona ihtiyacının gerçekten hissedilmesi gerekir diye düşünüyorum.  Uygun zaman ve şartları değerlendirmen de duanın içerisinde gizli. Sonsuz yaşamımda afiyet dolu bir hayatı diliyorum ve bunun nasıl duasının yaşanılacağını da duasını etmiş olmayı diliyorum.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Sonsuz Aşk


Sonsuzluğu ve hakikati yaşamak için aşk gerekir. Peki, nedir aşk? Doğduğumuz andan itibaren evler inşa ederiz kendimize. Benlik zannının oluşumuyla evlerin temellerini atarız. Sonra üstüne bir kat çıkarız; ailemiz, sevdiklerimiz vardır bu katta. Sonra bir kat daha; mevkii-makam, ünvan, eğitim. Sonra bir kat daha ve bir kat daha... Çıktığımız bu katlar bizim 100m2 olan evimizi daha da genişletmemizi engeller. Kimisi bana bu alan yeter, ben burda böyle mutluyum diyebilir. Kimisi ise bu sıkışmışlığın farkındadır. Bu dar alandan kurtulmak için tıpkı binaları yıkan gülleler gibi nefsimizdeki doğduğumuzdan beri kaydettiğimiz tüm şartlanmaları, öğrenmişlikleri, taptığımız ilahları yıkmak için birinin gelip bize yol göstermesi gerekir. Gülleler inşa ettiğimiz bu binaya vurulur. Bir de binayı temelden bir seferde yıkan yöntem vardır ya işte bu yöntem arınma çalışmasında Allah Aşk’ıdır! İşte bu aşkta kıyas yoktur, birden gelir, kişiyi, zannını, silip süpürür.
Biz tabi Allah aşkını ötede ararız. Gözümüzü göğe çevirip Allah’ım seni çok seviyorum deriz. Hâlbuki Allah aşkı Allah’ı âlemlerde görmektir. Ötede bir tanrı anlayışıyla ben varım ve bir de Allah var, ben O’nu çok seviyorum demek değildir. Allah aşkı Allah’ın Beyti’ne yönelerek bulunabilir. Allah’ın Beyt’i ise insan’dır.
Aniden gelen aşk nefsdeki tüm kayıtları yakıp yıkar ve bir anda birimin yokluğunu yaşamasına da vesile olabilir. Böyle haller yaşanabilir, bu da yanlış değildir ancak bu ilmin hazmı ile yaşanması âlemin her katmanını tatmak ve olup biten herşeyi kendinden bilmeni sağlaması açısından aşkın hazmıyle yaşanması hizmet ehli olmak için önemli bir temeldir.
Hakikati yaşamak, sonsuzluğa müşhade edebilmek için ise ikiyi birlemek gerekir. Sonsuzluk sembolü olan işarete baktığımız zaman içi içe geçmiş iki halkayı anımsatır bize. Hâlbuki tek ve sonsuzdur. Sonsuzlukta, tıpkı sonsuz işaretini çizerken oluşturduğunuz kesintisiz çember gibi birimden birime bir akış söz konusudur, birçok şey karşılıklı yaşanır. İki olarak görünen bu akış sonra yoğunlaşır, tek olur, sonsuz olur...

Öğrenmek ve Arınmak


Anladım, bilmek istiyorsun, hep bilmek.Sürekli sorup sorguluyorsun…Bu iyi bir şey! İlmi anlamadan, beynini geliştirmeden, algını açmadan teslimiyetten, gerçek imandan bahsetmek hayal âleminde dolaşmak olur. İlmi anlamaktan murad ilmi yaşamaktır.
 Yaşamımıza geçiremediğimiz her bilgi birimin boynunun borcudur.
İlmin akıl yollu(frontalcortex) veya zeka yollu (amigdala) yaşanması yani input-process-output üçlüsünün işlemi hayvana aittir. Hayvan insana dönüşmez , yani ‘ben’ den hiç bir şey olmaz, 'ben' in ulaşabileceği (başta kendi varlığı olmak üzere)  hiç bir gerçeklik yoktur.. ‘yok’ u ‘yok’ etmek de akılın usta olduğu bir iş değildir.
Demek ki Allame-I Cihan olsan yine sana bil de gel değil soyunda gel diyecek Rabbin. Sana Vahdet ilmi açılmadı mı?
Bilmezmisin ki Vahdet te iki ye yer yoktur. Ya sen ‘senliğinle’ şirkte, beyninde oluşturduğun hayal dünyanda yaşayacaksın ya da soyunmayı seçecek ve yana yakıla ölmeden ölmeyi dileyeceksin.…
Sevgili sana etrafını ateşle bezediği asit kazanını hazırlamış. Tek yapman gereken içine atlamak. Aklın ulaşamadığı, verilerini tarayıp bir türlü mantık oluşturamadığı nokta bu olsa gerek. İnsan bile bile, isteye isteye ölüme gidermi hiç? Bu ancak delilerin aklını yitirmişlerin işidir.Deli olmak için de mecnun olmak gerek,sevdadan yanmak, tutuşmak…Aşkın ateşine dayanamama noktasında sevgilinin kaynayan asit kazanına atlamak, etini kemiğini eritmek,sevgilide yok olmak gerek…Ancak o zaman aşktan, sevmekten bahsedilebilir…
Soyun ey Sevgili, Vahdet kapısından ancak arınmışlar, çıplaklar girer. Beyninde oluşturduğun dünyandan ve değerlerinden, kalıplarından, alışkanlıklarından soyun,terk et onları,temizle çöplüğü…
‘Ayna ayna duvarda kim en güzel bu dünyada ‘ diyen masal şartlanmalarının terkini nasip etsin dilerim Rabbim. Aynada daim seyredilen Ahad üs Samed ola..

Hakikatten Perdeli Olmak


Hakikat hayatımızın içindeki en ufak detaylarda gizli. Kendinizi buradan seyredin.  Duygusal bağımlılıklarınızdan kurtulacaksınız. Başka seçeneğiniz yok. Çünkü zan üzerine yaşıyoruz. Bu bağımlılıklardan kurtulmadan, soyunmadan, arınmadan hakikatin bizde açılması olanağı yok. Resulallah’ın hadisi var;  “Kaç kişi girecek cennete ya Resulallah?”  “Siyah tüylü bir ineğin üzerindeki avuç ayası kadar büyüklükteki beyaz lekesindeki kıllar oranında insan cennete girecek”. Oranı söylüyor. Başka bir hadisinde de “bin kişide bir kişi” diyor. Bir hesap ediyoruz bugünkü yeryüzünde 7 milyar insan var. Bir dolu Müslüman denilen insan var. Türkiye 70 milyon Müslüman. Çoğunluk,  namaz kılıyor, “ibadet” denilen çalışmaları yerine getirmeye çalışıyor, iyilik yapmaya çalışıyor, zekât veriyor hacca gidiyor. Bu hesaba göre bin kişide bir kişi cennete girecekse, 7 milyon kişi cennete girecek bu duruma göre. Resulallah’ın hadisine göre bugün kıyamet kopsa 7 milyarda 7 milyon kişi cennete girecek. Ne oldu? Başka bir hadisinde de diyor ki “amellerinizle cennete giremezsiniz”. Yani siz iyilik yaptınız onu yaptınız bunu yaptınız. Cennet? Yok. Neden? Çünkü şirk hiçbir şekilde affedilmeyecek. Bu Kur’anı Kerim. Allah şirki affetmez, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bu da bizi şu noktaya getiriyor; biz bu dünyadayken bu frekans boyutundayken “ben“ dediğimiz, ben ve ekleri olan “benim” ler zannından soyunmak durumundayız. Bunun başka bir çaresi yok. Şirk bir tanedir, gizlisi açığı kapalısı örtülüsü yoktur. Şirk şirktir. Ben ve “benim eklerinden kurtulmak ve “la ilahe illallah” hakikatini yaşamak şirkten kurtulmaktır. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığının hakikatini yaşayan kul olmak. Şirkte olma hali ise, ben merkezli yaşamak ve benim olanlarla bir dünya kurmak. Dolayısıyla hakikatten tamamen perdelenmek…

5 Ağustos 2012 Pazar

Ruh


                Anne karnındaki bebeğin, 120. günden itibaren ruhu üretilmeye başlar.  Ruh, beyin tarafından üretilir. Ruh sayesinde, insan sonsuza kadar yaşamaya devam eder. Bütün yapılanlar, düşünülenler ruha yüklenir. Kafatasının içinde yer alan, bu et parçasının işlevini insanlık hala çözememiştir.  Bazen, bir şey düşünürsünüz. Bir de bakarsınız ki, bir başkası sizin düşündüğünüzü söylüyor. Bunun sebebi, yaydığınız dalgaları, diğerlerinin çözmesi, yani deşifre etmesidir. Telepati denilen olay vardır. Kişiler, birbirlerinden farklı yerlerde bile olsalar, birbirlerini düşündükleri anda iletişim kurarlar. Onlardan çıkan dalgalar,  aslında onları etkiler. Ancak, kapasiteleri normal insanlara göre daha gelişmiş olanlar, hassas kişiler, bu iletişimi fark edebilir. Başımızın içinde, et  diye düşünüyoruz. Fakat, o bir dönüştürücüdür. Gelen elekromanyetik dalgaları çözümler ve biz de görüyoruz, duyuyoruz gibi algılamalar fark ederiz.  Mesela, televizyonu düşünelim. Televizyon da, gelen ses ve görüntü dalgalarını içerisinde bulunan devreler yardımıyla çözümler. Bizler de, bu dalgaları televizyon sayesinde görürüz ve duyarız. Bu dönüştürme olayı, insandaki veri tabanına göre, gelen dalgaların, o organ  tarafından değerlendirilmesiyle olur. Bu yüzden de, herkesin dünyası birbirinden farklıdır. Aslında, üzülmek, sevinmek gibi duygular hep veri tabanımızdan kaynaklanmaktadır. Bir kişinin üzüldüğü bir olay, bir başka kişi için önem bile taşımaz. Çünkü, veri tabanları birbirinden farklıdır. Bu organın, en güçlü açığa çıkardığı dalgalardan bir tanesi, dua etmektir. Genelde çoğu kişi, kendisi dışında bir varlıktan bir şeyler ister. Aslında, özündeki kuvveler yardımıyla o isteğin gerçeleşmesi dilenmelidir. Allah’ın esmaları ile insan denilen yapı meydana gelmiştir. Yani, varlıkta Allah’tan gayrı yoktur. O zaman yönelip bir şey istendiğinde, isteyen kendisidir. Özellikle, gece, güneş ışınlarının etkisinin en az olduğu zamandır. Gece, kalkılıp yapılan ibadetler çok faydalıdır. Yönelip, isteklerde bulunmak da son derece etkilidir. Secde halinde yapılan yönelme de, yine çok etkilidir. Yine, kollar açılarak, isteklerde bulunulması da tavsiye edilmiştir.

Ayna


Veli Allah'tır. Allah veli ismi altında açığa çıkar. Dolayısıyla velayet tekil bir yapıdır. Allah’ın Allahlığı ile varlığa bakış halinin adıdır. Ama bu bakış hali âdem suretlerinde açığa çıkar. Allah'ın âlemlerdeki tedbiratı âdem suretlerincedir hükmü de buradan kaynaklanır. Yani burada en iyi fark edilmesi ve ayırt edilmesi gereken nokta İNSAN ALLAH İSMİNİN MANASI OLAN ESMAYA AYNADIR, ALLAH İSMİ İLE İŞARET EDİLEN DE İNSANA AYNADIR. Ama ikisi belki burada aynı şeydir. Fakat biz insan diye mental hayvanı anlıyorsak yani bilinç varlığı anlıyorsak, o yaradılış olarak hayvan mertebesinin açığa çıkış şeklidir ve onun Allahlığından söz edilmez, onun ilahiyatından söz edilmez, işte bunu yapan firavun noktasıdır, nemrut noktasıdır yani Allahlığı mental hayvana veren, bilince veren, bilinç varlığa veren. Onun içindir ki varlığı Allah gözü ile seyreden indinde yani Allah ahlakı ile ahlaklanmış olan; Allah'ın ahlakı ile ahlaklanın diyor ya! "Allah insanı Rahman sureti üzere yaratmıştır"; "innAllahe halaka Âdeme ala suretiHİ / suretirRahman!" diyor ya! Buradaki bahsedilen Rahman sureti üzere olan, Allah ahlakı üzere ahlaklanmış olan insan, mental hayvan değil, bilinç varlık değil, beşeri duyguların beşeri değerlerin yaşamı içinde yaşayan değil. "Ölmeden evvel ölmek" denen olay dahi; mental hayvan değerlerinin sıfır olup, mental hayvan suretinden açığa çıkan bir takım özellikleri ortaya koymasına rağmen insaniyetinin şuuru farkındalığıyla varlığını seyreden varlıktır. Bilmiyorum aradaki farkı anlatabildim mi?

Dolayısı ile insanın beyinle alakası yoktur. Beyin insanı oluşturmaz. Beyin mental hayvanın oluştuğu noktadır ve beyin insana ayna olur Cennet ehlinin çoğunluğu bühüldür demek mental hayvanı terbiye olmuş kişiler demektir . "Ves sabikunes sâbikun; (Es Sâbikun (yakîn ile öne geçenler), sabikundur)", diye bahsettiği Vakia (56-10) süresindeki sınıf işte bu cennet konusunu yaşayan mental hayvan. Mukerrebun ise insan olarak

mental hayvan boyutundan varlığı seyreden ve açığa çıkan ve varlıkta tedbiratını ortaya koyan velidir.

Bu noktanın çok çok iyi fark edilmesi lazım ki gereken o arınma meydana gelsin o arınmanın sonucunda insan açığa çıksın insan farkındalığı yaşansın.

Aşktan Velayete


 Anlık ilhamlar almaya başlar bilinç. Farika-i hakikat, hakikat şimşeği çakması gibi bir anda kendini o sınırsızlık sonsuzlukla hissetme hali sende oluşur. İşte bu da ilham alan nefs, ilham alan bilinç, ilham alan mental hayvan diye tanımlanmış. Kendini bu ilhamı aldığın anda kadınsız, kocasız, çoluksuz, anasız, babasız tamamıyla mekansız ve zamansız hissediş hali olur. Bunu hissettiğin zaman zaten bilinçteki bütün değerler sukut ediyor, iflas ediyor geçerliliğini yitiriyor. İşte bunu hissetme halini eskiler AŞK diye tanımlamış. Kişide aşk hali oluşursa diye tanımlanan şey, kişi kendini bilinçteki o şartlanmaların, değer yargılarının, kabullerin ötesinde kendini zamansız mekansızlık noktasında hissederse, o zaman o ilham ile bütün bu değerleri yakar, diyor. Ne diyor rasul as. Hadisinde; "Aşk cunuhundan bir şubedir." diyor. "cunuh" yani delilik. Aşk deliliğin bir türüdür diyor. Yani bilinçsel değerler ölçüler kavramlarla, hesaba kıyasa ölçüye gelmez o hissiyatındaki yaşamındaki değerler, diyor. İşte bütün mesele bilincin tezkiye olması, arındırılması yani mental hayvanı oluşturan değerlerin aşağıya çekilmesi suretiyle, kalpten açığa çıkan mekansızlık ve zamansızlık hissedişinin yaşanması. Bunu bir an dahi yaşasan, o bir anlık yaşam artık senin bir takım şeylerden arınman için sana yeterli enerjiyi kudreti kuvveti veriyor. O zaman senin için dünya, mal, varlık, şöhret, para, ilim vs hep değerini yitiriyor hiç oluyor. Böyle olduğu zamanda bu tür bir davranışta etraf "kafayı üşüttü deli oldu", diyor veya âşık diyor, meczup diyor. Meczup cezbe halini isteyen yani neyin cezbesi; hakikatini hissetmenin,

Hakikatindeki mekansızlık, zamansızlık, maddesizlik halini hissedip yaşamanın getirdiği cezbeyi yaşamak. Şimdi burada bunu yaşayan insan. Bu boyutun adı insan. Bu yaşam boyutu o formal halini keşfettiği (kesbettiği) zaman, artık kendini mental hayvan sınırlarıyla sınırlamaz bir hale geldiği zaman, bu yaşam dolayısı ile burada tatmin olduğu zaman mutmaine makamı denen olay meydana geliyor veliyi meydana getiriyor veli denen hal meydana geliyor.

Nefsi Mülhime


Kişi nefs-i levvame düzeyine geldikten sonra, o kişiye yetiştirici tarafından Allah anlatılmaya başlanır. Daha doğrusu Allah ismi ile işaret edilen anlatılmaya çalışılır. Çünkü ona direk olarak sen insansın bu bilinç varlık değilsin, dense; o insan diye bütün yaşamı boyunca bu bilinç varlığı kabullendiği için, Allahlığı insana, bilinç varlığa, mental hayvana verecek. Bunun olmaması içindir ki bu düzeyde bu idrake gelmiş olan insana, bilinç varlığa, mental hayvana, "Allah adıyla işaret edilen", denerek Allah esmasının manaları, Esma ül Hüsna’nın manaları idrak ettirilmeye çalışılıyor. "Doğmamış doğrulmamış" anlatımı, "Ahadüs Samet" anlatımı, Allah'ın hiç bir mana ile kayıtlanmadığı, sınırlanmadığı, ölçüye girmediği, bunun daha da ötesinde bu kâinatta bu varlıkta var olan bütün varlıkların, bu esmanın çeşitli açığa çıkış şekilleri olduğu fark ettirilmeye çalışılıyor. Bu anlatımın bilinçte idrak edilmesi kadarı ile bilinç şartlanmaları, şartlanmalara dayalı değer yargılarını, değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmaya başlıyor otomatik olarak. Bu kavrayış arınmayı meydana getirerek felahın yolunu açıyor. "Kad efleha men zekkâha” (Gerçekten onu (bilincini) arındıran kurtulmuştur.) ayeti de bu bilinç arınmasının neticesinde felahın kurtuluşun olabileceğini işaret ediyor.

Beyin aynası tümüyle bilinçteki değerler ve kabullerle simsiyah örtülmüş vaziyette. Burayı ne kadar parlatırsak bu defa kalp nöronlarının zamansızlık mekansızlık âleminden transfer ettiği bilgiler beyne yansıyor. Kalp nöronları çok değil beyindeki gibi az ve her insanda mevcut. O varlığın hakikatindeki ölçüsüzlük sınırsızlık mekansızlık noktasını mekana yansıtıyor, beyne yansıtıyor. Bu defa bu beyindeki tezkiye olma arınma yani bilinçteki değerlerin kavramların değerini yitirmesi geçerliliğini yitirmesi sonucu olarak, sınırsızlık ölçüsüzlük eskilerin vahdet anlayışı ve hali dediği farkındalığın açığa çıkmasını sağlıyor, ilhamlarını oluşturuyor. Buna da tasavvuf dilinde nefsi mülhime, ilham alan nefs deniyor…

Mental Hayvan


Son konumuz insan. Yani insanı tanımak. Yıllar yılı insanlığın kabul edilişinden bu yana gelen anlatımda hep bu bedenden eserleri açığa çıkaran varlık insan diye tanıtılmış. "Ben Ruhumdan Nefyettim" sözü ile kastedilen mananın İNSAN olduğu açıklık kazanmamış. "Ruhumdan nefyettim" ifadesindeki "Ruhum" esma manası olduğu ve esma manası olan, esma-i külleha manası olan, şuurun, şuursal farkındalığın insan olduğu fark edilmeyip bu beden ve bu beden dolayısı ile oluşan bilincin insan olduğu zannedilmiş. Öyle zannedildiği içindir ki de Allah'ın aynası olan insan, mental hayvan zannedilmiş.

Eskiler bu farkı insan ve insanı kâmil olarak vermiş. Mental hayvan dediğimize insan, bu makalede insan dediğimiz varlığı da onlar insanı kâmil demişler. Şimdi burada insanı net bir biçimde anlayabilmek için mental hayvan diye tanımladığım genelde insan denilen varlığın nasıl oluştuğuna bakmak lazım.

İnsan denen varlık yeryüzünde var olmadan evvel insansı vardı. İşte o insansı, bizim mental hayvan dediğimiz varlığın esası. Çocuk doğarken başlangıçta meleki yapı ile meydana geliyor. Bilinç henüz hayvanlaşmamış. Fakat bu yemek, içmek ve bedensel hareketler dolayısıyla yetişirken daha çocukken, Bebek iken kendini beden kabullenme noktasına geliyor ve "ben bu bedenim bu birimim", anlayışı onda yerleşmeye başlıyor. Ben bu bedenim bu bedenle yaşayan bir varlığım, anlayışı anne babanın sen busun, demesi ile daha sonra çok yakın çevrenin halka halka genişleyen çevrenin okulun vs. de gelişimi ile kendini tamamen bu şartlanmalarında oluşturduğu bilinç varlık olarak kabul ediyor. Eğer bu varlık kendini yalnızca bu biyolojik beden noktasında kabullenmişse, tamamen biyolojik hayvanolarak yaşamına devam ediyor ve sadece bedenin zevk, istek ve arzularını tatmin yolunda yaşıyor. Ama bunu yaşarken de, tabii bulunduğu çevrenin kendisine yaptığı programlamalar şartlandırmalar, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve bu değer yargılarının kendisinde yaşattığı duygular dolayısı ile de bilinçli bir varlık haline geliyor.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Ulûhiyet Kemalatı


Özetleyerek söylemek gerekirse, Allahın dışında bir varlık görmemek kaydı ile ve hangi isim alırsa alsın “Her işin, onu yapması gerekenlerce yapılması” anlamına gelir ulûhiyet kemalatı.
Bir anlamda esma manalarının çıkışında yerli yerince kullanılması anlamına gelir bu dediğim şey.
Buradan yola çıktığımızda, günlük hayatımızdan örnekler vermek gerekirse; bisiklet tamircisi turşucunun, mobilyacı dondurmacının, psikiyatr bakkalın, ilköğretim öğretmeni de bir profesörün yaptığı işi yapamaz, yerini tutamaz.
Mesela, eczaneye manavdan alınacak meyva-sebze şeyler için gidilmez. Şayet böyle bir şey düşünülürse o insan da pskolojik sorunlar aranır. Tedavi için gerekli yerlere müracaat edilmesi gerekir.
İşte beşeri yaşamda “kim, ne için yaratılmışsa onun gereğini yerine getirmesi” bu bahsini ettiği tarz ve usulle alakalı, kemalatla bağlantılıdır.
Varlık bütünlüğü içinde halk ve hak kavramlarının kullanılıyor olması, keza ulvi ve süfli ayrımı da bu düzeyde mütalaa edilmesinden ötürüdür.
Ulûhiyet kelimesi, Kuranı Kerim’de ‘ilâh’ kelimesi ile zikredilir.
Şayet birimde Allah kavramının içselliği yoksa söz konusu kavramın “tanrı” şeklinde düşünülmesi ve kabul edilmesi muhtemeldir.
Bu açıdan bakıldığında, ‘İlah kavramı, Kur’an’ı anlamada’ çok önemli bir yer tutar.
Ulûhiyet kemalatının yaşamı, rabbini bilmeyi onu müteakip, melikiyet vasfının ne olduğunu bilme-yaşama, ölmeden evvel ölme ile getirir. Bu nitelik hemen tahakkuk eder.
İlk etabı budur.
İkincisi ve daha kemal bulmuş hali, hiçlik noktasını yani Ahadiyet’i de kapsamı altına alması ile yaşanır.
Uluhiyetin Hiçliği kapsayan bir sıfat oluşunu idrak edemiyorum; Ama bu felsefeyi ortaya dökenin Abdülkerim Ceyli Hz.de olduğunu düşündüğümde, bu yaklaşımın benim basit sıradan bir acziyetimle mukayese edilmeyecek düzeyde olduğunu düşünüyor ve bunu sıfatı takliden de olmak üzere kabul etmek zorunda kaldığımı beyan ediyorum.

Muhteşem Bilgi Kaynağı Üzerine


Sonsuzluğun muhteşem ruhu, muhteşem beyin Resulullah (s.a.v.) efendimizin Kuran’la ilgili pek çok hadisleri mevcuttur:  “-Allah yeryüzünde azabı hak etmiş olanları azaplandıracağı zaman, Allah’ın kitabını öğrenmeye çalışan çocukların yüzü suyu hürmetine azap etmekten vazgeçer. Kim ondan bir ayet dinlerse, dinlediği ayet onun için (dünyada ve ahirette) nur olur. Şüphesiz ki, onu okuyana bir sevap, onu dinleyene iki sevap vardır.  -Şüphesiz insanların bir kısmı Allah’ın dostlarıdır. Onlar ehl-i kitap olanlardır.  -O kitap; Allah’a gökler, yerler ve onlarda bulunanlardan daha sevimlidir.  -Onun okunduğu evin hayır ve bereketi artar, onun okunmadığı evin hayır ve bereketi azalır. Allah kitabını çok okuyan hafızlar cennet ehlinin liderleri, başkanlarıdırlar.  -Sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabıdır.  -Çocuğuna Allah’ın kitabını öğreten babaya cennette taç giydirilir. Kim o kitaptan bir ayet öğrenirse, kıyamet günü öğrendiği bu ayet onu gülerek karşılar.  -Oruç ve Allah’ın kitabı sahiplerine şefaat ederler.  -Sizler kıyamet günü Allah’ın katına ondan daha üstün bir şey ile varamazsınız.  –İçinde o kitap okunan ev, içindeki aile fertlerine okyanuslar kadar genişler. Melekler oraya iner, şeytanlar ise oradan kaçar. O ev, hayır ve bereketle dolar. O okunmayan ev ise halkına daralır, melekler orayı terk eder, şeytanlar ise oraya musallat olurlar. O evin hayır ve bereketi kaçar.  -Ben Allah’ın kitabını başkasından dinlemeyi severim.  -Kendinizi o kitaba iyice alıştırınız, onu daima okuyup müzakere ediniz.  -Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; o kitabın insanların kalbinden kaçması, unutulması devenin yularından kurtulup kaçmasından daha kolaydır.  -Bu kitaptan ayrılmayın! Çünkü o, Allah’ın sofrasıdır. Kim Allah’ın sofrasından yararlanmak isterse, gayret etsin. Zira ilim, öğrenmekle olur. Ebu Hureyre (r.a.)  anlatıyor:  ”Resulullah s.a.v. buyurdular ki:  ”Aziz ve celil olan Allah buyurmuştur ki:  ”Kulum, beni andığı ve dudakları benim için kımıldandığı an ben kulumla beraberim.”  -Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resulünün sünneti.  – Allah’ın kitabını öğrenin, okuyun ve kolayınıza gelen yerleri okuyun. Muhammed’in (s.a.v) nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, onun unutulup gitmesi, bağlı devenin ipinden kurtulmasından daha çabuk olur. Öğrenin, bilin ki, kim bir gecede veya bir gün içerisinde 50 ayet okursa, o, gafiller listesine yazılmaz. Kim gecede 100 ayet okursa, abidler arasına yazılır. Kim gecede 200 ayet okursa, ondan Allah’ın kitabı davacı olmaz. Gecede 500 ila 1000 ayet okuyanlar ise, kendilerine cennette büyük makamlar ihsan edilmiş olarak sabahlar.  -Bu kitap şefaatçidir ve şefaati makbuldur. Riayet etmeyenlere ise hasım olarak isbatı vücud edecektir. Kim ki, bu kitabı öne alırsa, o onu cennete götürür. Kim de arkasına bırakırsa onu da cehenneme sürer.’’

Necasetten Arınmak


Çokluklar ayrılıklar  arasında boğulmadan Tekin çağrısıdır İslam...Zaten bunu anlamayan hakkıyla ne Tevrat'ı  anlamıştır, ne incili anlamıştır ,ne de Kuran'ı  anlayabilecektir. Ayıca "necis olanlar dokunmasın" işareti düşünce pisliğidir. Yoksa senin elbisenin pisliği Kuran'a ne bir şey katabilir, ne de eksiltebilir. Yazık ki zamanla bu sözü de "abdestsiz olanlar dokunmasın "seklinde çevirmişler, böylece gerçek anlamını örttükleri gibi, zaten abdesti bilmeyen, uzak duran içeriğini anlamadığı için de özünden mahrum kalan birimler, Kuran'a da dokunmaktan, açıp okumaktan, öğrenip anlamaktan, idrak edip uygulamaktan mahrum kalmışlardır. Böylece  necaset ; düşüncenin pisliği ,çokluk ve farklılıklar algısı içindeki bulanık fikirlerdir . Fikirler bulanıkken gerçek bir imandan söz edilebilir mi? İşte necasetin, bulanıklığın, ikiliğin getirdiği nokta: imansızlık. İman etmeyeceğin  inanmayacağın bir kitabi okumak işe yarar mı? Bence yaramayacağı  gibi inkar perdelerinin de arkasına saklanacak o sistem bilgileri. O yüzden boşuna yaklaşma, dokunma.

Tek bir yaratıcının varlığına imanla tek bir iradenin halk ettiğine (kadere) teslim olmakla İslam’ın  kapısını araladın ve açtın kitabi. Necasetten arındın, bulanıklık yok. Çünkü Tekin iradesine teslim oldun. Hangi kitabi açtıysan Allah'a iman davetini aldın  o dönemin nebisinin resulünün şuurunda açığa çıkışı ile..ister Tevrat'ı açtın, istersen incili açtın. Hitabı okuduysan Kuran'da ne anlatıyor fikrine kayıtsız kalamazsın. Farklı zamanda farklı bir resulün, nebinin şuurunda açığa çıkan Allah hitabını reddedersen iki göz bahşedilmiş iken tek gözle yaşamaya çabalayan nasipsizin durumuna düşersin. O gözün de açılınca fark edersin ki, sistemin anlatımı tamamlanıyor, bu kitap Kur'an ile birlikte din ve sistem gerek açıkça, gerekse misaller ardında anlatılıyor. Ancak koşulsuz bir inanç ve teslimiyetle tüm resullerin nebilerin tek bir kaynaktan dile gelen tek Allah'a davetin kulluğunu yaptıklarını anlarsın.

3 Ağustos 2012 Cuma

Eşsiz Hazine


DUA  genel olarak talep edilen seylere ulasabilmek icin dilemek,arzu etmek ve bu dogrultuda gereken fillleri ortaya koymak olarak anlasılır, cok genis bir kavram olmakla beraber dusunce dunyamıza girisi ve yer etmesinin sebebi dinsel bir rituel olusundan ileri gelir.

Kisi kendinde bulamadıgı veya eksiklik hissettigi her dusunce ve konuda kendinden ust noktada varsaydıgı ve bu istekleri karsılayabilecek bir guc odagından ki bu guc odagı  yine kisinin genetikten gelen bilgileri, toplumsal sartlanmaları, ve deger yargıları kombinasyonunda o an'a kadar olusan dusunsel veri tabanına gore sekillenmis kimi zaman totemi kimi zaman kendi dısında ve fevkinde varsaydıgı tanrısından ister.  Bu istek ve dilekler yukarıda tanımladıgımız kavramın isleyis mekanizmasıdır. Yani varolan  sistemde akıs yuksekten alcaga dogrudur.

Yeryuzunde varolan sayısız inanıs ve tek tanrılı dinler olarak tabir edilen sistemlerde farklı sekiller ve tekniklerde aynı mekanizmaya isaret edilerek  sozkonusu inanıs sisteminin geregine göre talep etme ve isteme özendirilmistir.

Bu klasik anlayısın dısında, islam dini olarak Allah Rasulu Muhammed Mustafa A.S tarafından bize bildirilen dusunce sistematiginde bu kavramı anlamak icin once konuyu anlamamıza yardımcı olacak bazı kavramlar hakkında bilgi sahibi olmak ve  bunları derinlemesine dusunerek yorumlamaya calısmalıyız.

Oncelikle ISTEYEN-ISTENILEN-ISTENEN sıralamasındaki kelimelerin ne anlama geldigini anlamaya calısırsak bugunun mevcut bilimsel verilerine gore soyle bir sonuc cıkar; algıladıgımız hersey beynimize gelen elektriksel sinyallerin yine beyin çalışma sistematigine göre donusturulup degerlendirilmesi ile olusan sanal bir dunyada yasamaktayız, ben sen  o masa sandalye veya nesneler diye  dusuncemizde sekillenen seyler aslında hep aynı kaynak ve aynı ozden gelmekte ve biz bunu cok olarak degerlendirip coka göre hukum vermekte bende var sende yok gibi yargılara varmaktayız. İste bu noktada biz'den olusan sanal dunyayı basiretle degerlendirebilirsek aynı kaynaktan cıkan tekin ozellikleri gibi anlar ve degerlendiririz. O halde isteyen-istenilen-istenen diye olusan kavramların hepsi aynı tek'in ozelliklerinden baska seyler degildir  tek'e göre!..

Tek ise gayrında birsey olmadıgı icin kendindeki özellikleri  bize göre her an  diler ve seyreder! iste alemler diye bahsedilen algılama boyutlarını  olusturanın seyrinin olusma mekanizmasıdır dua!!!   senden ortaya cıktıgını dusundugun hersey bu meknizmanın birimsel algı boyutumuzda islevselligini olusturur ve her an icabet bulur.  Kisi kendinden acıga cıkanları basir gozuyle degerlendirebilirse hangi amac veya islev icin yaratıldıgını anlayabilir.

Olayın sistematigi ve calısmasını bu sekilde degerlendirirsek  soyle bir  sonuca gelmis oluruz; eger ben bir sey isteyebiliyor , benden bir dilek hasıl oluyorsa bu tek'in bazı özelliklerinin acıga  cıkısıdır oyle ise bu farkındalıkla, her seyi birimsellik  kaydıyla degil teklik bilincinde istemeye calısmak gerekir ki tek dilerse olur.

Hakikatımız olana, bize bildirilene ulasabilmek icin islam dinde anlatılıp cok onemlı oldugu  vurgulanan hatta ayakkabı bagınıza varana kadar Allahtan isteyiniz diye her sart ve kosulda basvurmamız gerektigi bize bildirilen bu essiz hazineyi kullanabilenlerden olabilmemiz dilegiyle...

İki Kavram


Hüküm ve hoşgörü, insanın tekâmül yolculuğunda iki uç nokta…
Hüküm vermek sözlük anlamında düşünerek yargılamak, bir insanı egemenliği altına almak demek.
Çevremizdeki davranışlara, olaylara verdiğimiz tepkiler, aslında terkibimize uyanları hoş, uymayanları ise nahoş değerlendirip, hüküm vermemizin sonucudur. Gerçekte ise bu durum nefse tabi olduğumuzu gösterir.
İlahi hükümler dahi kişinin kendini bilmesi ve uygulayarak kurtuluşa ermesi için vardır; başkaları için hüküm verme hakkını doğurmazlar. Şayet ilahi hükümlere aykırı fiiller devamlılık gösteriyorsa, ALLAH için o fiillerin doğduğu mahalden uzaklaşmak yerinde olur.
Tüm varlıktaki tek hüküm sahibi Cenab-ı Hakk’tır. Bize düşen, kendimiz dışındaki varlıkta da O’nun hükmüne itaat etmektir. Gavsı AZAM ABDÜLKADİR GEYLANİ (ksa) Hz.leri’nin “Öğütleri”nde konu şöyle yer alır: “HAK’la çekişme, nefsin için O’nu kötüleme, malın azaldı diye O’nu itham etme, insanlar sana yüz vermiyor diye O’nu suçlama. Suçu kendinde ara. Her işin kendi keyfine uygun olmasını istiyorsun, en büyük hüküm senin mi yoksa O’nun mu? Sen mi fazla biliyorsun yoksa O’ mu? Merhametin O’nunkinden fazla mı?”
Tasavvuf yaşamına gönüllü olanlara nefsini yenmesi için tepkisiz kalma ve sabır reçeteleri verilir; “hüküm verme, tepkiye dönüştürme, etrafında olan bitene sana göre hoş olmasa  bile sabır göster, katlan” denir.
Sabır gösterip, katlanma halinden hoşgörü haline geçmek ise önemli bir aşamadır. Ayetler buna değinir.
Hoşgörü varlıktaki her oluşu kabullenme, yaratandan ötürü olduğunu bilerek rıza göstermedir; burada katlanma, sabır yoktur. Ehlinin bildirdiğine göre, kelimenin bizzat verdiği anlam gibi her oluşu iyi, güzel, yerli yerinde görme, arkasındaki hikmeti idrak etmek demektir. İnancın gereğidir; Allah’tan emin olma halinin yaşantısıdır.
Efendimiz’e (s.a.v) ait olanlar başta olmak üzere, İslam tarihi hoşgörü makamının eşsiz örnekleri, kıssalarıyla doludur tüm insanlığa ruh verir.
Gönüllü olduğumuz bu yolda ne mertebede olduğumuzu bilmek istersek, terazinin bir tarafına hüküm diğer tarafına da hoşgörü örneklerimizi koymalıyız. Ağır gelen taraf, beşerilikten hiçliğe varacak tekâmül yolculuğunda daha ne kadar yolumuz var sorusuna cevap olabilir…

2 Ağustos 2012 Perşembe

Egosuz Olmuyor mu?


Toplumsal yaşamdaki kırılmaları hafızamızdan bir türlü atmasını bilemiyoruz. Çok akıllıca ve çok gerekli değil mi bu hareket. Ben buna bir tür beyinsel kilitlenme diyorum. Zaman zaman ortaya çıkan kargaşalar nerdeyse İslami kurallara olan yatkınlığımızı bile engelliyor. Bu durum bizi okuma, algılama sıkıntılarına sürüklüyor. Mutsuz bir insan haline getiriyor azap ve ıstırap, yanma gibi durumlar sözün kısası cehennem hayatı işte burda yaşanıyor.
Sonuçta kızgın, üzgün, kırgın ve çoğu zaman da mutsuz bir insan haline geliyor. En basit bir hadisede olmadık sorunlar yaşıyor ve krizler üretiliyor.
Bu bağlamda hayatımızda ne övgüden ne de sövgüden yana oluyoruz. Anlayacağınız elimizden bişi gelmiyor. Pek tabidir ki insanlar size baktıklarında sadece kendi görmek istediklerini görüyor ve size alışılagelmiş bir şekilde hücum etmekten asla geri durmuyor.
Dahası var! Bu arada yücelttiğiniz yerlere göklere sığdıramadığımız insanların bir gün sizi mutlak aşağılayacağını ağzınızı bir karış havada bırakacak girişimleri gerçekleştireceğini bekleyin ve hayretler içinde kalmayın diye uyarıyorum.
İşte bütün bu davranışlar aşağı yukarı her insanın yapısında var olan sanal benliğinden bir anlamda egosundan kaynaklanıyor. Ego da bu tür bir yaşam tarzı var. Yani kendini bir birim gibi görme hali.
Usulca veya aleni son derece hareketli manevralarla, Allah yolunda yürüme ve varlığını ispat etmeye çalışan birinin önüne geçmek için akıl almaz cambazlıklar,bunu yapmaya kalkışmak kesinlikle egonun işidir. Bu müdahale içte kendisinden dışta ise muhalif birinden yansıyabilir.
Dolayısı ile yapılması gereken şey, karar verme aşamasında olayı dışardan gözetmek, egoyu işin içine karıştırmadan seyretmek olmalı. Bu durumda veri tabanımızı kir pas ve tortulardan kurtarmak için sürekli şekilde dua etmek şart gibi görünüyor.

Hayata Bakış Açımız


Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.) “Bir an düşünmek, altmış yıllık nafile ibadetten evladır.” demiştir. Bu mübarek kelâm, ibadetlerin asıl amacının, insanı gerçek felsefeye dolayısıyla, var oluş hikmetlerini araştırmaya davet etmesi bakımından çok önemlidir.
Birikmiş hayat tecrübelerimizle özgürce hareket ederken, aklımıza arada bir takım sorular gelmiyor değil doğrusu.
Bu nedenle “ölünce ne olacak, nelerle karşılaşacağız?” gibi sorular birbirini takip ediyor.

Öldükten sonra cennete ya da cehenneme gideceğimizi düşünsek bile, bu ortama gelene kadar kabir âleminde cismani bedenimizin börtü böceğe yem olacağını, sonra burnumuzun düşeceğini, göbeğimizde biriken gazların şişip şişip patlayacağını biliyoruz.
Ne kadar korkunç şeyler değil mi?

Benzerlik taşıyan başka bir durum ise, ölümünü müteakip cesetlerinin yakılmasını, küllerinin denize serpilmesini isteyen romantizm yanlısı, bilinçsiz bireylerle ilgili.

Sanıyorlar ki, yok olup gidecekler.
Cesedin iriliğine bağlı olarak bir ile üç saat arasında değişen yakma işlemi sırasında, ruhun o olayı bütünüyle-cesedinin aynen yanması gibi-acıyı/ızdırabı yaşadığını bilselerdi, böyle bir işlemin uygulanmasını arzu ederler miydi dersiniz?

Herhalde gömülmek, yakılmaktan daha mantıklı bir şeymiş, diyerek bu isteklerinden vazgeçerlerdi.
Anlaşılan bu gerçekleri de hesaba katmak gerekiyor.
Ünlü Fransız şair ve düşünür Sully Prudhomme, anlatılanları şöyle bir misalle örneklendirmiş:

“Sahilde yüksek bir kayanın üstüne çıkan iki adam, denizi dinlemek için gözlerini kapadılar. Birisi, cennetten gelen huzur ve neşe seslerini işitti, öteki ise cehennem halkının iniltilerini duydu. Deniz aynı deniz, ses aynı ses, ama algılamalar farklı. Deniz, onların ruhuna, hayatına ve düşüncesine göre konuşmuştur.”
Evet, deniz bizi bu zaman aralığında böyle bir seyre davet etti. Siz aynı kanaatte olmayabilir, hayata başka bir açıdan bakarak daha değişik şeylere dalabilirsiniz!

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Refah Seviyesi ve Mutluluk


Avrupada ki kimi ülkelere göre yurt ekonomisinin iyi durumda bulunması, acaba günümüz insanında ne gibi değişiklikleri getiriyor diyebiliriz. Örneğin basit de olsa mutluluk artışını sağlayabildi, iyi ‘komşuluk’ ilişkilerini, ‘tutarlı’ davranışları gerçekleştirebildi mi?

İntahar vakaları azaldı mı? Kadına şiddet bitti mi? Onları koruma altına alabiliyor muyuz? Özetlemek gerekirse ruh sağlıklarında belirgin bir iyileşme görüldü mü? İnsanlar birbirlerine ne kadar kırılmış olsalar da 'Seni seviyorum' diyebiliyorlar, hoşgörü içinde bulunabiliyorlar mı?
Toplum yaşamını yorgun düşüren çetecilikten soygunculuktan kurtulabildik mi? Bunalım ve çürümelerin temelinde bir şeylerin yoksunluğunu idrak edebildik mi? Zaaflarımızı fark edebildik mi?
Spor müsabakalarına önce ‘kardeşlik/dostluk’ sloganıyla hep birlikte milli marşı söyleyip aynı zamanda bunu yaşayabiliyor muyuz? Yoksa birbirimizi gırtlaklamamız devam ediyor mu?
Maalesef, hiçbir soruya-ekonomideki büyümeye, oturmuşluğa rağmen-ılımlı bir biçimde yaklaşabilmek mümkün değil.
Aslında bütün bu olumsuzlukların altında ister kabul edilsin ister edilmesin–başlı başına ortak yanlarımız-anlayışı yatıyor.
Bu yüzdendir ki, gerçekten de iman-inanç faktörünü görmezlikten gelerek bir şeyler yapmanın mümkün olamayacağı aleniyet kazanıyor. Bu geçmişte böyle idi, gelecekte de böyle olacaktır.
Tarih boyunca insanlığın yolunu aydınlatmış bilge kişilerin ve daha nice büyük zatların yaşamlarını bir inceleyin. Onların insanlara bıraktığı yegâne seçenek, teslimiyet ve tevekkül içinde yaşamın kabul edilmesidir. Bu amacın gerçekleşmesi bağlamında hiç çalışmamak, yan gelip yatmak, tabir caizse “armut piş, ağzıma düş” gibilerinden davranmak söz konusu değildir.
Mevlâna Celaleddin-i Rumi, İbn-i Arabî, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi daha nice büyükler, sünnetullah prensiplerini kendilerine düstur edinmişler ve insanlığa örnek olmuşlardır.
Kuşkusuz, istatistikler, dinden uzak olan toplumların refah seviyeleri ne kadar yüksek düzeyde olursa olsun mutlu olamadıklarını gösteriyor. Bu acı gerçeği görmezden gelerek hayata devam etmek büyük bir haksızlık olur kanaatindeyim. Sadece madde dünyasına atıfta bulunan, ama bunu yaparken tek yol olarak baş döndürücü bir şekilde abartmayı araç olarak seçen böylece yalan dünyadan yansımalarda bulunan kimseler her zaman hayal kırıklığı yaşatacak ve yaşayacaktır.

Hacı Bayram Veli


Yaşanmış bir olaydır siz de bilirsiniz.
Hacı Bayram Veli ve dervişleri, II. Murat tarafından çıkartılan bir fermanla vergiden muaf tutulur. Ancak, bu durum Ankara valisinin hiç hoşuna gitmez. Çünkü, bütün çiftçiler fermanı duyar duymaz Hacı Bayram’a mürit olmaya koşmuşlardır.

Hacı Bayram, valinin üzüldüğünü ve çaresiz kaldığını öğrenir. Bütün dervişlerine haber salar, valiyi de çağırır:
- Sevgili kardeşlerim, değerli dervişler! Yüce Allah bana bütün dervişlerimi kendisine kurban etmemi emretti. Kim benim dervişim ise arkamdan gelsin.
Bunun üzerine, Hacı Bayram’ın müritlerinden Akşemsettin ile bir de kadın derviş onun ardından çadıra girerler. Vali meraklı gözlerle olayı izlerken, önceden hazırlanan koyun içeride kurban edildiği için çadırın altından oluk gibi kan akar.
Bunu gören binlerce mürit can havliyle koşup kaçar. Herkes dağılınca Hacı Bayram çadırdan çıkar; yanında Akşemsettin ile bir de kadın dervişten başka kimse yoktur. Valiye der ki:
- Vali Bey, bu köse ile bu hanımdan başka dervişim yoktur. Gerisinden gerekli vergiyi tahsil edebilirsin!
Şu kadarını söyleyebiliriz ki, çok derin görüş ayrılıklarının, uygulama farklılıklarının bulunduğu bir ortama ve haddi hesabı olmayan karşılıklı suçlamaların arasına özetle burada anlatılana benzer bir eyleme, ancak iman ve inançla girmek mümkün.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse, olayların nedenini ve niçinini araştırmadan, hiçbir komplekse kapılmadan, bir düşünce yapısını oluşturmak, kelimenin tam anlamıyla teslim olabilmeyi ön görmekle sağlanabiliyor.
Akıp giden dünya yaşamında tevekkül denen şey de; her şeyi akletme ve düşünme melekesinden uzaklaşmak, parlak fikirlerden, ‘ben bilirimcilik’ ten, ‘aşırı özgüven’ havasından kurtulmakla mümkün oluyor.
Bu kavrama inatla yabancılaşmak, bizim için bir açıdan handikaptır. Her şeyi şüphe/vesvese/ikilem üzerine kurmanın doğal sonuçlarıdır bunlar.
Başarı ise bu noktalardan kurtulmakla tesis edilir. Egemenliklerle ayakta kalan kişisellikten kurtulmanın başkaca yolu da yoktur. Daha parlak düşüncesi olan varsa onu bilemem.

Burçlar İlmi


Astroloji bilimi şimdilerde bir fal olarak kabul edilmeyip ciddi biçimde kitle tarafından ele alınıyor. Tahsil görmüş hemen herkes istisnaları dışında sathi de olsa elinden geldiğince gerekli bilgileri toplamaya gayret ediyor. İçini, yükselenini, ay burcunu öğrenme yoluna gidiyor ve bundan büyük bir mutluluk duyuyor. Çok önemli işleri olanlar çekinmeden bilge kişilere gidip haritalarına baktırıp, geleceklerini tespit etme yoluna gidebiliyor.
Böylece en azından bazı şeylerin farkına varıyorlar önlem almayı düşünüyorlar. Şunu yapmamak gerekiyor diye düşünüyorlar. Veya başlarına gelebilecek olayları tahmin ediyorlar.
Bu konuda sathi de olsa size bazı bilgileri vermek istiyorum. Kişinin iç burcu, düşünme kapasitesi ve istidadını gösterir. Dış burç ise bu potansiyelin kullanılması için yeterli kabiliyetin olup olmadığının işaretidir. Bunlardan biri güçlü, diğeri zayıf olabilir. Şayet kişinin istidat yanı güçlü, ama kabiliyeti yönü daha zayıfsa düşündüklerini, hissettiklerini, istenileni ortaya koymakta zorlanır.
Ancak, bu kişinin hiçbir şey yapamayacağı anlamına gelmez. Mutlaka gerçekleştirebileceği şeyler de bulunur.
Örneğin haritasındaki diğer olumsuz sayılabilecek güçlü etkiler ve zayıf yanları için yapacağı bir takım aksiyonlarla, örneğin zikir ile onları telöre edebilir. Eksik yanlarını tamir etme fırsatını bulur.
Yukarıda ki bilgilere istinaden ele aldığımız kişinin ne halde olduğunu kavramak ve olumsuz nedenleri ortadan kaldırmak için bu tür bir ilme şiddetle ihtiyaç vardır. Zira kitleler, kültürel, özellikle tasavvufi meselelerde birimler arayış ve değişimlerin gerekliliği konusunda gözü kapalı hareket edemezler. Şayet devam ediyorlarsa bu büyük bir hata olur. Bu kaçırılmaz bir fırsattır.
En silik görünümlü olanlar bile bunu başarabilir.
İçe kapanıklık, ilk etapta bireysel diyalog zaafından kaynaklanıyor gibi görünmesine karşın, evrensel boyutları olan bir duygu olarak ortaya çıkar. İşte bu ve aksi bilgiler ilmi necüm denilen ilmi bilmekle gerçekleşir.